"Biz, her şey O'ndandır diyenlerdeniz...”
11/01/2024 Perşembe Köşe yazarı V.T
“Allah'a kavuşmak için en mühim şey Allah'tan başka olanları
unutmaktır..."
Bozkırlı Mehmed Kudsî Efendi Anadolu'da yetişen büyük velîlerdendir. Halk
arasında "Memiş Efendi" lakabıyla tanındı. 1784 (H.1198) senesinde
Konya'nın Bozkır kazâsının Aliçerçi köyünde dünyâya geldi. İstanbul ve bazı
şehirlerde ilim tahsil etti. Memleketine geri geldi. Karacahisar köyünde
yerleşip evlendi. Tâliblerine ilim öğretmekle meşgûl oldu. Bu sıralarda Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, halîfelerinden Ödemişli Hasan Kudsî Efendiyi
Konya'ya göndermişti. Mehmed Efendi Konya'ya gidip, beş ay Hasan Efendinin
sohbetinde bulundu. Evliyâlığın yüksek derecelerine kavuştu. Kemâle gelip
icâzet aldı. Karacahisar'a geri dönüp yeniden insanlara feyiz saçmaya başladı.
Fakat bâzı kendini bilmez câhil kimselerin muhâlefetine mâruz kaldı. Oradan
Seydişehir'in Çavuş köyüne hicret etti. 1852 (H.1269) senesinde orada vefât
etti.
Bu mübarek zat, her zaman Allah'ın emirlerini ve yasaklarını halka
bildirmeye çalışırdı. Dini uğrunda canını feda etmekten çekinmezdi.
Şeriata uymada çok titizlik gösterir; “Bir kişinin şeriatta ne kadar noksanı
varsa bir o kadar da tarikatta noksanı olur!” derdi. Tarikatla şeriatı bir
olarak bilirdi. Herhangi bir mesele husûsunda, “Şeriatta böyle amma
hakikatte ve tarikatta böyle, öyle değil” diyenlere çok kızardı.
“Şeytana uyarak temiz şeriatı işlemez hâle getirirler ve böylece
sapıklardan olurlar!” buyururdu.
Vahdet-i vücûd konusunda; “Her şey O'dur” diyenlerden değiliz. Her şey
O'ndandır diyenlerdeniz” diye açıklamalarda bulunurlardı. Yani “Allah'a
kavuşmak için en mühim şey Allah'tan başka olanları unutmaktır. Allah'tan başka
olan şeylerin varlığını inkâr etmek değildir. Allah'tan başka olan şeyler var
iken salik olan, fazla zikirle ve fikirle onları unutur. Böylece şuhûdu taleb
edenin nazarı salikten kaybolur. Bunları birleştirmek ve başka bir şey görmemek
zındıkların işidir. Bu hâl vahdet-i şuhûdidir, vücûdî değildir, buyururlardı.
Bu konularda açık delillerden yüz çevirerek delillere, Fütûhat-ı Mekkiyye'ye ve
Fütûhat-ı Medeniyye'ye uygun açıklamalarda bulunurlardı... Hülasa temiz
şeriatın icrasına gayretle çalışır ve didinirlerdi. Şeriatla hakikati bir
bilirlerdi. Hiçbir değişikliğe razı değillerdi. “Şeriat hakikatin ta
kendisidir. Bazıları kabuk ve iç ile bir benzetme yapmışlarsa da biz buna razı
değiliz. Çünkü kabuk ile iç arasında nevi bakımdan ayrılık vardır”
buyururlardı.