Mekke devri
Mekke devri
Muhammed aleyhisselâm vahyin bir müddet kesilmesinden sonra
yine Hira Dağına çıkmıştı. Dağdan aşağı inerken bir ses duydu. Başını kaldırıp
baktığında Cebrâil aleyhisselâmı gördü. Mübârek kalbi çarparak ve ürpererek
evine dönüp; “Beni örtünüz.” dedi ve örtündü. Bu sırada
Cebrâil aleyhisselâm Müddessir sûresinin; “Ey örtüye bürünen (Muhammed
aleyhisselâm)! Kalk da (kâfirleri Allahü teâlânın azâbı
ile) korkut. Rabbini tekbir et, tâzim et! Giydiklerini temiz tut! Haram
edeceğim şeylerden sakın! Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma! Rabbin için
sabret! Sûra üfürüldüğü zaman kâfirlere çok sıkıntılı bir gündür. Onlara
kolaylık yoktur...” meâlindeki ilk âyetlerini getirdi. Bundan sonra
vahiy aralıksız devâm etti. Kur’ân-ı kerîm âyetleri, 22 sene 2
ay 22 gün süren bir müddet içerisinde vahyedilip tamamlandı.
Muhammed aleyhisselâm, “ümmî” idi. Yâni kitap okumamış, yazı yazmamış, kimseden
ders görmemişti. Mekke’de doğup büyüyüp, belli kimseler arasında yetişip,
seyâhat etmemişken, Tevrat’ta ve İncil’de, Yunan ve
Roma devirlerinde yazılmış kitaplarda bulunan bilgilerden, hâdiselerden haber
verdi. İslâmiyeti bildirmek için, hicretin altıncı senesinde Rum, İran ve Habeş
hükümdârlarına ve diğer Arap pâdişahlarına mektuplar gönderdi. Hizmetine
altmıştan ziyâde yabancı elçi gelmiştir. Bu husûsu Allahü teâlâ Kur’ân-ı
kerîm’de meâlen şöyle bildiriyor: “Sen bu Kur’ân-ı kerîm gelmeden
önce, bir kitap okumadın. Yazı yazmadın. Okur yazar olsaydın, başkalarından
öğrendin diyebilirlerdi.” (Ankebut sûresi: 48). Hadîs-i şerîfte de; “Ben
ümmî peygamber Muhammed’im... Benden sonra peygamber yoktur.” buyruldu.
Yine Kur’ân-ı kerîm’de şöyle buyrulmaktadır:
O (Muhammed aleyhisselâm) kendiliğinden konuşmamaktadır. O’nun
sözleri, O’na bir vahy ile bildirilmekte, öğretilmektedir. (Necm
sûresi: 3-4)
Peygamber efendimize vahyin gelmesinden sonra ilk îmân eden hazret-i Hadîce
oldu. Cebrâil aleyhisselâm ilk vahyi getirdiği sıralarda Peygamberimize
abdestin nasıl alınacağını öğretti. Sonra da O’nunla birlikte iki rekat namaz
kıldı. Muhammed aleyhisselâm Cebrâil aleyhisselâmdan öğrendiği gibi abdest
almayı ve kıldıkları iki rekat namazı hazret-i Hadîce’ye de öğretti. Ona imam
olup bu iki rekat namazı kıldırdı. Bu sırada henüz beş vakit namaz
emredilmemişti. Sâdece sabah ve ikindide iki vakit namaz kılınıyordu. Onları bu
şekilde namaz kılarken gören hazret-i Ali de Müslüman oldu. Peygamber efendimiz
insanları İslâma dâvet işine önce yakınlarından ve samîmî dostlarından başladı.
Hazret-i Hadîce’den ve hazret-i Ali’den sonra âzâtlı kölesi Zeyd bin Hârise,
eski dostu ve yakın arkadaşı hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Osman, Abdurrahmân bin
Avf, Sa’d bin Ebi Vakkâs, Zübeyr bin Avvâm, Talha bin Ubeydullah Müslüman
oldular. Hazret-i Hadîce’den sonra Müslüman olan bu sekiz kişiye “Sâbıkûn-i
İslâm”, yâni ilk Müslümanlar denir.
Muhammed aleyhisselâm, insanları İslâma dâvet et emrinden sonra halkı gizlice
İslâma dâvet etti. İnsanlar birer ikişer Müslüman oluyordu. Bu ilk yıllarda
Müslümanların sayısı ancak otuza ulaşmıştı.
Bir müddet sonra; “Yakın akrabânı Allah’ın azâbı ile korkutarak, onları
hak dîne çağır.” âyet-i kerîmesi gelince, Muhammed aleyhisselâm
akrabâsını dîne dâvet etmek üzere hazret-i Ali vâsıtasıyla onları Ebû Tâlib’in
evine çağırdı. Önlerine, bir kişiye yetecek kadar bir tabak yemek ve bir tas
süt koydu. Önce kendisi besmele ile başlayıp, gelen akrabâsını buyur etti.
Gelenler kırk kişi kadar olmasına rağmen o yemek ve süt Muhammed aleyhisselâmın
mûcizesi olarak hepsini doyurdu ve hiç eksilmedi. Gelenler bu mûcize karşısında
şaşıp kalmışlardı. Yemekten sonra Muhammed aleyhisselâm, akrabâlarını İslâma
dâvet etmek için söze başlamak üzereyken amcası Ebû Leheb düşmanlık ederek;
“Biz bugünkü gibi bir sihir görmedik. Akrabânız sizi bir sihirle büyüledi.”
dedi. Sözlerine hakâretle devâm edince, dâvetliler dağıldılar.
Bu hâdiseden kısa bir müddet sonra akrabâsını tekrar dâvet etti. Ali
radıyallahü anh yine hepsini çağırdı. Önceki gibi yine önlerine yemek kondu.
Muhammed aleyhisselâm yemekten sonra ayağa kalkıp; “Hamd, yalnız
Allah’a mahsustur. Yardımı ancak O’ndan isterim. O’na inanır, O’na dayanarım.
Şüphesiz bilir ve bildiririm ki Allah’tan başka tanrı yoktur. O birdir, O’nun
eşi ve ortağı yoktur.” dedikten sonra sözlerine şöyle devâm etti: “Size
aslâ yalan söylemiyorum ve doğruyu bildiriyorum... Sizi bir olan ve O’ndan
başka ilâh olmayan Allah’a îmân etmeye dâvet ediyorum. Ben O’nun size ve bütün
insanlığa gönderdiği peygamberiyim. Vallahi siz, uykuya daldığınız gibi,
öleceksiniz. Uykudan uyandığınız gibi de diriltileceksiniz ve bütün yaptıklarınızdan
hesâba çekileceksiniz. İyiliklerinizin karşılığında mükâfât, kötülüklerinizin
karşılığında da cezâ göreceksiniz. Bunlar da ya Cennet’te ebedî kalmak veya
Cehennem’de ebedî kalmaktır. İnsanlardan, âhiret azâbı ile ilk korkuttuğum
kimseler sizlersiniz.”
Ebû Tâlib bu sözleri dinledikten sonra; “Sen emrolunduğun şeye devâm et! Seni
korumaktan geri durmayacağım. Fakat eski dînimden ayrılmak husûsunda nefsimi
bana boyun eğer bulmadım.” dedi. Ebû Leheb hâriç, orada bulunan diğer amcaları
ve akrabâsının hepsi yumuşak konuştular. Fakat Ebû Leheb; “Ey
Abdülmuttaliboğulları, başkaları O’nun elini tutup mâni olmadan önce siz O’na
mâni olun!” gibi daha birçok çirkin sözler söyledi. Onun bu sözleri üzerine
Muhammed aleyhisselâmın halası, Ebû Leheb’e; “Ey kardeşim! Kardeşimin oğlunu ve
O’nun dînini yardımsız bırakmak sana yakışır mı? Vallahi bugün yaşayan
bilginler, Abdülmuttalib’in soyundan bir peygamberin geleceğini bildiriyorlar.
İşte O peygamber, budur!” dedi. Ebû Leheb, bu sözler karşısında çirkin
konuşmalarına devâm edince, Ebû Tâlib, kızarak; “Ey korkak!Vallahi biz sağ
oldukça, O’na yardımcı ve koruyucuyuz!” dedi. Muhammed aleyhisselâma da; “Ey
kardeşimin oğlu! İnsanları Rabbine îmâna dâvet etmek istediğin zamânı bilelim,
silâhlanıp seninle birlikte ortaya çıkarız!” dedi. Sonra Muhammed aleyhisselâm
tekrar söze başlayıp; “Ey Abdülmuttaliboğulları! Vallahi, Araplar
içinde, benim size getirdiğim, dünyâ ve âhiretiniz için hayırlı olan şeyden (yâni
bu dinden) daha üstününü ve daha hayırlısını kavmine getirmiş bir kimse
yoktur. Ben sizi dile kolay gelen, mîzanda ağır basan iki kelimeyi söylemeye
dâvet ediyorum ki o da: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve benim O’nun kulu ve
resûlü olduğuma şehâdet etmenizdir. Allahü teâlâ sizi buna dâvet etmemi
emretti.” buyurup; “O halde hanginiz benim bu dâvetimi kabul
eder ve bu yolda yardımcım olur?” dedi.
Kimseden ses çıkmadı, başlarını önlerine eğdiler. Muhammed aleyhisselâm bu
sözlerini üç defâ tekrarladı. Her söyleyişinde hazret-i Ali ayağa kalkıp; “Yâ
Resûlallah, her ne kadar bunların yaşça en küçüğü isem de sana ben yardımcı
olurum!” dedi. Bunun üzerine Muhammed aleyhisselâm hazret-i Ali’nin elinden
tuttu. Diğerleriyse hayret içinde ve alaylı alaylı gülerek dağıldılar.
Peygamberliğin dördüncü yılında: “Sana emrolunan şeyi açıkla, baş
ağrıtırcasına anlat, müşriklere aldırma.” (Hicr sûresi: 4) meâlindeki
ilâhî emir gelince, Mekkelileri açıktan açığa İslâma dâvet etmeye başladı.
Vahyolunan âyetleri açıkça okuyor ve herkese, hak din olan İslâmı kabul
etmelerini söylüyordu. İlk sıralarda îmân edenler az oldu. Îmân etmeyenler de
önce O’ndan alâkalarını kesmediler. Allahü teâlâya ibâdet edilmesini emreden
âyetler gelince, bunları işiten Kureyş kavmi Muhammed aleyhisselâmın doğru
sözlü ve yüksek ahlâk sâhibi olduğunu bildikleri halde O’ndan yüz çevirdiler ve
düşman kesildiler.
Muhammed aleyhisselâm insanların bu inkârcı tutumu karşısında onları dâimâ
îmâna dâvet ediyordu ve Mekkelilerden bir kısmı îmânla şerefleniyordu. Yine bir
gün Safâ Tepesi üzerine çıktı. Yüksek ve gür bir sedâ ile; “Ey Kureyş
topluluğu buraya geliniz, toplanınız, size mühim bir haberim var.” diye
seslendi. Bunun üzerine kabîleler merakla koşup orada toplandılar. Hayretle
bakmaya, merakla beklemeye başladılar. “Ey Muhammed-ül emîn! Bizi buraya niçin
topladın, neyi haber vereceksin?” diye sordular. Muhammed aleyhisselâm; “Ey
Kureyş kabîleleri!” hitâbıyla konuşmaya başlayınca herkes büyük bir
dikkatle dinlemeye başladı. Onlara; “Benimle sizin hâliniz, düşmanı
görünce, âilesine haber vermek üzere koşan ve düşmanın kendisinden önce
âilesine ulaşıp zarar vermesinden korkarak; “Yâ sabâhâh (ey
topluluklar).” diye haykıran bir kimsenin hâline benzer. Ey
Kureyş topluluğu ben size şu dağın ardında bir düşman ordusu var, üzerinize
hücûm etmek üzeredir desem bana inanır mısınız?” dedi. “Evet inanırız,
çünkü sende şimdiye kadar doğruluktan başka bir şey görmedik. Senin yalan
söylediğini hiç görmedik!” dediler.
Muhammed aleyhisselâm bu umûmî hitaptan sonra, bütün Kureyş kabîlelerinin
ismini; “Ey Haşimoğulları! Ey Abdümenâfoğulları! Ey
Abdülmuttaliboğulları!...” şeklinde sayarak; “Ben size
önümüzdeki şiddetli azâbın bildiricisiyim. Allahü teâlâ bana; “En yakın
akrabâlarını âhiret azâbı ile korkut!” emrini verdi. Sizi Lâ ilâhe illallah
vahdehû lâ şerike leh (Allah birdir, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur) diyerek
îmân etmeye dâvet ediyorum. Ben de O’nun kulu ve resûlüyüm. Eğer buna îmân
ederseniz Cennet’e gideceksiniz. Siz Lâ ilâhe illallah demedikçe ben size ne
dünyâda bir fâide, ne de âhirette bir nasip sağlayabilirim!” dedi.
Dinleyen kabîleler arasından Ebû Leheb; “Bizi buraya bunun için mi topladın?”
diyerek, yerden aldığı taşı Muhammed aleyhisselâma attı. Diğerlerinden o anda
böyle bir muhâlefet gelmedi. Aralarında konuşarak dağıldılar. Ebû Leheb’in
gösterdiği inkâr ve düşmanlık üzerine daha sonra; “Ebû Leheb’in elleri
kurusun, zâten kurudu...” diye başlayan Tebbet sûresi nâzil oldu.
Muhammed aleyhisselâm bütün insanlara ve cinlere peygamber olarak gönderilip,
insanları açıkça İslâma dâvet etmesi emredildiği zaman, bütün insanlık âlemi
dînî, rûhî, içtimâî ve siyâsî bakımlardan yaygın bir karanlık, tam bir
câhiliyyet, taşkınlık, azgınlık ve sapıklık içerisinde bulunmakta idi. O zaman
dünyâ üzerinde göze çarpan belli başlı devletlerden Bizans, İran, Mısır,
Hindistan, İskenderiye, Mezopotamya, Çin ve benzerlerinde yaşayan insanlar
inançsızlığın veya bâtıl inançların içinde çırpınan ve ne yaptığını bilmeyen
azgınlar hâline gelmişti. Âlem öylesine kararmış ve zulmet öyle kesifleşmişti
ki insanlar; her şeyin yaratıcısı olan Allah’a îmân ve ibâdet etmek yerine,
kâinatta cereyan eden hâdiselere ve Allahü teâlânın yarattığı eşyâya
tapıyorlardı. Zavallı insanlık yıldızlara, ateşe, elleriyle yonttukları taştan
ve tahtadan putlara “ilâh” diye secde ediyordu... Sınıflara ayrılan insanlardan
kuvvetliler zayıfları korkunç bir tahakkümle eziyordu.
Dünyâ üzerinde siyasî, coğrafî ve ticârî bakımdan mühim bir yer tutan
Arabistan’da da durum diğer yerlerden farksızdı. O zaman Arabistan’da insanlar
inanç bakımından bâzı değişiklikler gösteriyordu. Bir kısmı tamâmen inançsız ve
dünyâ hayâtından başka bir şey kabul etmiyordu. Bir kısmı ise Allah’a ve âhiret
gününe inanıyor, fakat insandan bir peygamberin geleceğini kabul etmiyordu. Bir
kısmı da Allah’a inanıyor âhirete inanmıyordu. Diğer büyük bir kısmı da Allah’a
şirk koşarak putlara tapıyordu. Müşriklerin herbirinin evinde bir put
bulunuyordu. Kâbe’ye de 360 put konulmuştu. Bütün bunlardan başka İbrâhim’in
(aleyhisselâm) bildirdiği din üzere olan ve “Hanîfler” denilen ve putlardan
uzak duran kimseler de vardı.
Cahiliyye devri denilen bu zamanda Arabistan’da insanlar genellikle göçebe
hayâtı yaşıyorlardı ve kabîlelere bölünmüşlerdi. Devamlı çekişme hâlinde
bulunan bu kabîleler, baskın ve yağmacılığı âdetâ kendileri için bir geçim
vâsıtası kabul etmişlerdi. Aralarında zulmün ve yağmacılığın yaygınlaştığı
kabîlelerden meydana gelen Arabistan’da siyâsî bir nizam, içtimâî bir düzen de
yoktu. Yine bu sırada, dünyânın diğer yerlerinde olduğu gibi, Arabistan’da da
ahlâksızlık son haddine ulaşmıştı. İçki, kumar, zina, hırsızlık, zulüm, yalan
ve ahlâksızlık nâmına ne varsa alabildiğine yaygınlaşmıştı. Zulme, güçlünün
güçsüze karşı kullandığı en amansız ve tüyler ürpertici bir vâsıta olarak
başvuruluyor, kadın basit bir mal gibi alınıp satılıyordu. Bir kısmı da kız
çocuklarının doğmasını bir felâket ve yüz karası sayıyorlardı. Bu korkunç
telakkî o dereceye çıkmıştı ki, küçük kız çocuklarını, kumlar üzerinde
açtıkları çukurlara diri diri yatırıp; “Babacığım! Babacığım!” diyerek
boyunlarına sarılmalarına ve acı acı feryâd etmelerine hiç kulak asmadan
üzerlerini toprakla kapatarak ölüme terk etmekte en ufak bir vicdan azâbı
duymuyorlardı. Netîce îtibâriyle o zamânın insanları arasında şefkat, merhamet,
iyilik ve adâlet gibi güzel hasletler yok olmuş gibiydi.
Korkunç bir câhiliyye devri yaşayan Araplar arasında dikkate değer bir husus
vardı. O da; edebiyâtın, belâgatın ve fesâhatın yaygınlaşarak zirveye ulaşmış
olmasıydı. Şâire ve şiire çok önem verirler, bunu büyük bir iftihâr vesilesi
sayarlardı. Güçlü bir şâir kendisi ve kabîlesi için îtibâr sağlardı. Belirli
zamanlarda panayırlar kurulur. Şiir ve hitâbet yarışmaları açılırdı. Birinci
gelenlerin şiirleri veya hitâbeleri Kâbe duvarına asılırdı. Câhiliyye
devrindeki Kâbe duvarına asılan en meşhur şiirlere «Muallakat-ı Seb’a» (yedi
askı) denilmiştir. Kur’ân-ı kerîm âyetleri inmeye başlayınca
O’ndaki eşsiz belâgatı gören nice kimseler de bu sebeple Müslüman oldu.
Muhammed aleyhisselâmın insanlara ebedî saâdeti, sonsuz kurtuluşu bildirmek,
onları dalâletten hidâyete kavuşturmak üzere peygamber olarak gönderildiği
sırada câhiliyye devri yaşayan Mekkeliler, îmân etmeye dâvet edilince, önceleri
ilgisiz davrandı. Sonra açıkça düşmanlık göstermeye başladılar. Müşriklerin bu
düşmanlıkları önce alay tarzında olup, sonra hakâret şekline, daha sonra
işkence safhasına girdi. Bunlardan sonra ticârî ve diğer bütün münâsebetleri
kesme ve şiddet gösterme devresi başladı.
Müşriklerden bilhassa azılı beş kişi, Sevgili Peygamberimiz Muhammed
aleyhisselâmı çok üzüp alay ediyorlardı. Bunlar arasında, Âs bin Vâil, Esved
bin Muttalib, Esved bin Abdi Yagves, Velîd bin Mugîre ve Hâris bin Kays vardı.
Bir defâsında Peygamber efendimiz Kâbe’nin yanında otururken, Cebrâil
aleyhisselâm da gelmişti. Müşriklerden bu beş kişi önlerinden geçerken Cebrâil
aleyhisselâm, Âs bin Vâil’in ayağının tabanına, Esved bin Muttalib’in gözüne,
Esved bin Abdi Yagves’in başına, Velîd bin Mugîre’nin inciğine, Hâris’in
karnına birer işâret koydu ve; “Yâ Muhammed! Allahü teâlâ bunların şerrinden
seni halâs eyledi. Yakında bunların her biri bir belâya uğrayıp helâk
olacaklardır.” dedi. Bu beş müşrikten Âs bin Vâil bir gün merkebe binmişti.
Mekke’nin dışında bir yerde merkebinden inince ayağına diken battı. Dikenin
battığı yer şişti ne kadar ilâç yapıldı ise çâre bulamadılar. Nihâyet ayağı
deve boynu gibi şişip; “Muhammed’in Allah’ı beni öldürdü.” diye feryâd ede ede
öldü. Esved bin Muttalib, Mekke’nin dışında bir ağaç altında otururken birden
bire gözleri kör oldu. Cebrâil aleyhisselâm da başını tutup altına oturduğu ağaca
çarparak helâk etti. Esved bin AbdiYagves de Mekke’den çıkıp Bad-ı Semûm
denilen yere gitmişti. Buradayken yüzü ve gövdesi simsiyah oldu. Evine gelip
kapısını çalınca âilesi onu tanıyamadı ve içeri almadı. Kahrından başını evinin
kapısına vura vura öldü. Hâris bin Kays da tuzlu balık yemişti. Öyle bir
harârete tutuldu ki ne kadar su içtiyse kanmadı. Su içe içe çatladı. Velîd bin
Mugîre’nin ise baldırına bir okçu dükkânı önünde demir parçası battı.
Yarasından çok kan aktı ve; “Muhammed’in Allah’ı beni öldürdü.” diye feryâd
ederek öldü.
Müşriklerin zulüm ve baskıyı arttırması üzerine Muhammed aleyhisselâm, Eshâb-ı
kirâmdan Erkam bin Ebil Erkam’ın evini emniyetli bir yer olarak seçti. Dar bir
sokak içinde, Safâ Tepesinin doğusunda bulunan bu ev giriş çıkış için ve gelip
gidenleri kontrol etmeye elverişli bir yerdi. Peygamber efendimiz İslâmiyeti
burada anlatıyor ve Müslümanlar oraya toplanıyordu. Birçok Mekkeli bu evde
Müslüman oldu. Bir merkez olarak seçilen bu eve “Darü’l-İslâm” adı verildi.
İnsanları ebedî saâdete kavuşturmak için ve rahmet olarak gönderilen Muhammed
aleyhisselâm, Mekke’de câhiliyye devri yaşamakta olan insanları açıkça İslâma
çağırdı. Hakîkî kurtuluşun Allahü teâlâya îmân etmekte, nefse uymaktan,
zulümden, haksızlıktan ve bütün çirkin işlerden uzaklaşmakta olduğunu
bildirince, nefslerinin isteklerine, şehvetlerine uyanlar, zayıfları ezenler ve
iyice azgınlaşmış olanlar bütün bu bozuk işlerine son verileceğini görerek
Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerini inkâr ettiler ve O’na düşman kesildiler.
Bir kısmı da kendileri gibi âciz ve fânî insanların ayıplamalarından sakınarak
îmân etmediler. Nefislerine, şeytana ve şehvetlerine uyarak saâdetten mahrum
kaldılar.
Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerine îmân etmeyen ve O’na düşmanlık gösteren
müşrikler, önce alay etmeye başladılar. Bir araya toplanıp O’na; kâhin, mecnûn,
şâir, deli, sihirbâz diyelim şeklinde karar almak istediklerinde, bunların
hiçbirinin Muhammed, aleyhisselâmda bulunmadığını yine kendileri îtirâf
ediyorlardı. O’na bir şeyler söylemek için toplandıklarında müşriklerden Velid
bin Mugîre şöyle diyordu: “Hayır o kâhin değildir. Biz, kâhinleri gördük. O’nun
okuduğu ne kâhin fısıltısı, ne de uydurma şeylerdir. Kâhinler hem doğru hem
yalan söyler. Biz Muhammed’de hiçbir yalan görmedik. O mecnun, deli de
değildir. Deliliğin ne olduğunu biliriz, O’nda böyle bir hal yoktur. O şâir de
değildir. Biz şiirin her çeşidini iyi biliriz. O’nun okudukları bunlardan
hiçbirine benzemez. O, sihirbâz da değil! Biz sihirbâzları gördük. O’nun okudukları
sihirbâzların okuyup üfürmelerine ve düğümleyip bağlamalarına hiç benzemiyor.”
Çeşitli hilelerle ve zulümle insanların îmân etmesine mâni olmaya kalkışan
müşriklerin ileri gelenleri, insanları Muhammed aleyhisselâmın okuduğu âyetleri
dinlemekten men ederlerdi. Kendileriyse geceleri gizlice Muhammed
aleyhisselâmın bulunduğu evin yanına gelerek bir köşeye saklanıp dinlerlerdi.
Sabah olup ortalık aydınlanmaya başlayınca, birbirinden habersiz gece Kur’ân-ı
kerîm’idinlemeye geldiklerini gören müşriklerin ileri gelenleri
birbirlerini ayıplarlar bir daha böyle yapmayalım derlerdi. Ancak ertesi gece
yine birbirinden habersiz gidip bir köşeye saklanarak tekrar dinlerlerdi. Sabah
olunca da birbirlerini görüp şaşırırlardı. Bir daha böyle yapmamak üzere yemin
ederek ayrılırlar, fakat bundan vazgeçemezlerdi. Ancak nefislerine uyup,
üstünlük taslayarak ve diğer müşriklerin kendilerini ayıplamalarından çekinerek
ve daha birçok boş düşüncelere kapılarak îmân etmediler. Üstelik başkalarına da
mâni oldular. Sokaklarda, “Muhammed sihirbâz.” diye bağırdılar.
İslâm nûrunun günden güne yayılması üzerine iyice azgınlaşan müşrikler, artık
alay etmekten de öteye, Müslümanlara işkence yapmaya başladılar. Muhammed
aleyhisselâmın kapısının önüne pislik dökmeye, kapısına kan sürmeye, geçeceği
yollara diken dökmeye başladılar. Sevgili Peygamberimiz, Mekke’ye dışardan
gelenlere İslâmı anlatarak dâvet ederken, peşinde dolaşıp; “Yalan söylüyor,
inanmayın.” diyerek taşkınlık gösterirlerdi. İlk Müslüman olanlardan, önce
zayıf ve kimsesizlere sonra da hepsine ağır işkenceler yapmaya başladılar.
Bütün bunlarla insanların îmân etmelerine engel olamadıklarını aksine, İslâmın
günden güne yayıldığını gören müşrikler her yola başvurdular.
Menfaatleri sebebiyle putlara tapan ve İslâmiyetin, zulümlerine, haksızlık ve
ahlâksızlıklarına kesinlikle son vereceğini gören müşrikler, buna mâni olmak
için ilk safhada başvurdukları şeylerin sonuç vermediğini gördüler. Hattâ ileri
gelenleri toplanıp Peygamber efendimizin amcası Ebû Tâlib’e giderek; “Ey Ebû Tâlib!
Biz senden kardeşinin oğlunu susturmanı, O’na engel olmanı istiyoruz. Ya O’nu
bildirdiği şeylerden vazgeçirirsin veya iki taraftan biri yok oluncaya kadar
O’nunla da seninle de çarpışırız... Bundan vazgeçsin ne isterse vereceğiz...”
dediler. Ebû Tâlib, müşriklerin söylediklerini Muhammed aleyhisselâma nakletti.
Bunun üzerine Muhammed aleyhisselâm; “Ey amca! Şunu bil ki, güneşi sağ,
ay’ı da sol elime verseler (her ne vâd ederlerse etsinler) ben
aslâ bu dinden ve onu insanlara tebliğ etmekten, bildirmekten vazgeçmem. Ya
Allahü teâlâ bu dîni bütün cihâna yayar, vazifem biter veya bu yolda cânımı
fedâ ederim.” dedi. Bu sözleri dinleyen Ebû Tâlib Sevgili
Peygamberimizin boynuna sarılarak; “İşine devam et, istediğini yap! Vallahi,
seni aslâ herhangi bir şeyden dolayı kimseye teslim etmeyeceğim...” dedi. Ebû
Tâlib’in yeğenini her şeye rağmen koruyacağını ve aslâ yalnız bırakmayacağını
anlayan müşrikler, bundan da bir netice alamadıklarını görerek bizzat Muhammed
aleyhisselâmı çağırıp şöyle dediler: “Eğer mal toplamak istiyorsan sana
istediğin kadar verelim. Hükümdâr olmak istiyorsan seni kendimize hükümdâr
yapalım. Daha her ne istiyorsan yapalım, verelim. Yeter ki bu dâvâdan vazgeç.”
Peygamber efendimiz müşriklere şöyle cevap verdi: “Sizin söylediğiniz
şeylerin hiç biri bende yoktur. Ben, size mallarınızı istemek, içinizde şeref
ve şan kazanmak, üzerinize hükümdâr olmak için gelmedim. Fakat Allah, beni size
peygamber olarak gönderdi. Bana bir kitap da indirdi. Îmân ederseniz Cennet’le
müjdeleyici, isyânınızdan dolayı da azâbla korkutucu olmamı Allah bana emretti.
Ben de Rabbimin bana vahyettiklerini size tebliğ ettim. Size öğüt de verdim.
Size getirip tebliğ ettiğim şeyi alır, kabul ederseniz o, dünyâda ve âhirette
nasîbiniz ve saâdetiniz olur. Onu reddederseniz Yüce Allah aramızda hükmü
verinceye kadar tebliğ etmek, sabretmek ve buna katlanmak benim vazîfemdir.”
İnkârlarında ısrâr eden müşrikler bu teşebbüslerinden de netice alamayınca işi
zulüm ve işkence safhasına döktüler. Muhammed aleyhisselâma kastetmeye karar
verdiler. Başları Ebû Cehil şöyle dedi: “Yarın kaldırabileceğim kadar kocaman
bir taşı alıp, O secdeye kapandığı zaman başının üzerine bırakacağım.” Diğer
müşrikler de; “Sen istediğini yap seni destekleyeceğiz” dediler. Ertesi günü
beklediler ve Muhammed aleyhisselâm Kâbe’ye gelerek namaza durdu. Secdeye
vardığı sırada Ebû Cehil kocaman bir taşı alıp yanına yaklaştı. Fakat yaklaşır
yaklaşmaz, büyük bir korkuyla, perişân bir halde, geri kaçtı. Ellerinin canı
kesildi ve taş yere düştü. Bu hâli gören ve merakla seyreden müşrikler; “Ne
oldu sana?” dediklerinde Ebû Cehil; “Bir benzerini görmediğim zaptedilmez bir
arslan beni parçalamak üzere üstüme yürüdü.” dedi. Ebû Cehil birkaç kere böyle
yapmak istemişse de aynı durumla karşılaşmıştı.
Bu ve buna benzer mûcizeleri görenlerden bir kısmı îmân ediyor, bir kısmı da
düşmanlıkta ısrar ediyordu. Bundan başka müşriklerin Muhammed aleyhisselâma
saldırdıkları, bâzan da mübârek yüzünü, başını yaraladıkları oluyordu. Diğer
taraftan Müslüman olanlara yaptıkları işkenceler görülmemiş bir vahşet hâlini
almıştı. Yapılan işkencelere dayanamayarak vefât eden Yâsir radıyallahü anh ve
Ebû Cehil tarafından karnına mızrak saplanarak şehit edilen Yâsir’in
(radıyallahü anh) hanımı Sümeyye Hâtun İslâmda ilk şehitler oldular.
Peygamber efendimiz ilk Müslümanların ağır işkencelere uğramaları ve zulüm
altında zor duruma düşmeleri üzerine “Siz Habeş ülkesine gidiniz, Allah
sizi orada ferahlığa kavuşturur ve sizi yine toplar.” buyurdu.
Bi’setin (Peygamberliğin) beşinci yılında (M. 615) Eshâb-ı kirâmdan 10’u erkek,
5’i kadın olmak üzere 15 kişilik bir kâfile Mekke’den Habeşistan’a hicret
ettiler. Bi’setin altıncı yılında Hazreti Hamza’nın, sonra da hazret-i Ömer’in
îmân etmesi üzerine Müslümanların durumu bir miktar kuvvetlendi.
Habeşistan’a hicret eden ilk kâfilenin, hükümdâr Necâşî tarafından iyi
karşılanması üzerine, Peygamberimiz, müşriklerin baskı ve işkencelerine mâruz
kalan Müslümanlardan ikinci bir kâfileyi de bi’setin yedinci yılında (M.617)
Habeşistan’a gönderdi. 80’i erkek, 10’u kadından meydana gelen bu kâfile de
Habeşistan’a hicret etti. Bu arada İslâmiyetin yayılmasına mâni olmak için her
yola başvuran müşrikler, Peygamber efendimize çeşitli şeyler soruyorlar, nâzil
olan âyetler okundukça aldıkları cevaplar ve gördükleri mûcizeler karşısında
şaşırıyorlardı.
Her şeye rağmen Müslümanların sayısı artıyordu. Bunu engellemek için çeşitli
yollar deneyen müşrikler, Müslümanları muhâsara altına almaya, başta ticârî
olmak üzere onlarla olan bütün münâsebetlerini kesmek üzere karar aldılar.
Müslümanlara hiçbir şey satmamaya ve onlardan hiçbir şey satın almamaya yemin
ettiler. Bu anlaşmalarını bir kâğıda da yazarak Kâbe içine astılar. Müslümanlar
ise Şi’b-i Ebî Tâlib (Ebû Tâlib mahallesi) denilen yerde toplanmışlardı.
Müşrikler bu mahalleye yiyecek, içecek dâhil hiçbir şey sokmuyorlardı. Oradan,
bir şey satın almak üzere çıkmak isteyene ve oraya yiyecek içecek satmak için
gitmek isteyen hiçbir satıcıya fırsat vermiyorlardı. Bu mahallede muhâsara
altına alınan Müslümanlar ise dışardan fazla bir şey satın alamadıkları için
şiddetli kıtlıkla karşı karşıya kalmışlardı. Sâdece hac mevsiminde dışarı
çıkabiliyorlardı. Ancak Mekke’ye gelen tüccarlardan bir şey satın almak
istediklerinde müşrikler, tüccarlardan, fiyatlarını çok yüksek tutmalarını istiyorlardı.
Bu sebeple Müslümanlar fazla bir şey satın alamıyorlardı. Bâzıları yiyecek
bulamadıkları için ağaç yaprakları ile açlıklarını gidermeye çalışıyor, küçük
çocuklar açlıktan feryad ediyordu. Müslümanlar içinde zengin olanlar sıkıntıya
düşenlerin ihtiyâcını karşılamak için bütün mallarını harcamışlardı. Ancak bu
da kâfi gelmemişti.
Üç sene boyunca devâm ettirdikleri bu zulümle Müslümanlara iyi bir ders
verdiklerini zannedip İslâmiyetin yayılmasının duracağını ümid eden müşrikler,
İslâmın hızla yayıldığını görerek iyice çıldırdılar. Allahü teâlâ, müşriklerin
anlaşmalarını yazarak Kâbe içine astıkları sahîfeye bir güve kurdu musallat
etti. Güve, o sahîfede bulunan; “Bismike Allahümme” ibâresi hâriç diğer kısmını
tamâmen yiyip bitirdi. Bu husus Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem)
vahiyle bildirildi. Muhammed aleyhisselâm bu durumu amcası Ebû Tâlib’e
bildirince, Ebû Tâlib müşriklere gidip; “Kardeşimin oğlunun bana haber
verdiğine göre, Allah sizin Kâbe’de astığınız sahîfeye bir kurt musallat etmiş
ve (Allah) lafzı hâriç o sahîfede zulüm, akrabâlarla münâsebeti kesme ve iftirâ
olarak yazılı diğer kısmı yiyip bitirmiştir. Kâbe’ye gidip bakınız. Bu zulüm ve
kötü davranışınızdan vazgeçiniz.” dedi. Kâbe’ye gidip astıkları sahifeyi
gerçekten bir güve kurdunun yiyip bitirdiğini gördüler. Bu hâdise karşısında
şaşıran müşrikler bâzı ileri gelen kimselerin de böyle bir uygulamadan vaz
geçtiklerini bildirmeleri üzerine bi’setin onuncu yılında bundan tamâmen
vazgeçmek zorunda kaldılar. Fakat düşmanlıklarını günden güne şiddetlendirip,
İslâmiyetin yayılmasına mâni olmak için her türlü yola başvurdular. Halbuki
İslâmiyet süratle yayılıyor, Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm
câhiliyye devrinin zulmetinde bunalan insanları hakîkî saâdete kavuşturuyordu.
Bu saâdetle şereflenen insanlar da kavuştukları büyük nimete şükrediyorlar,
müşriklerin hakâret ve işkenceleri karşısında aslâ yılmıyorlardı. Muhammed
aleyhisselâmın mûcizelerini ve Müslümanların dinlerindeki sebâtını gören nice
gönüller İslâm nûru ile aydınlanıyordu.
Müşriklerin Müslümanlara uyguladıkları üç senelik abluka sona erince
Habeşistan’dan yirmi kişi kadar Hristiyan Ruhban Mekke’ye geldi. Bunlar daha
önce Habeşistan’a hicret eden Müslümanlardan İslâmiyetle ilgili duydukları
şeyleri bizzât mahallinde görmek ve araştırmak üzere Mekke’ye gelmişlerdi. Kâbe
yanında Peygamber efendimizle görüşen bu Hristiyan kâfilesi, Kur’ân âyetlerini
dinleyip çok ağladılar. Öyle ki, sakalları gözyaşları ile ıslandı. Sordukları
her soruya verilen cevaplar karşısında son derece memnûn kalıp, Sevgili
Peygamberimizin kendilerini İslâma dâvet etmesi üzerine büyük bir şevkle sevinç
gözyaşları dökerek Müslüman oldular. Bu hâllerini görerek kendilerine çeşitli
hakârette bulunan Ebû Cehil’e ve diğer müşriklere aslâ aldırış etmediler; “Bize
yaptığınız câhilliği biz size yapamayız ve bize nasîb olan hak dinden aslâ
dönmeyiz.” dediler.
Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğinin onuncu yılında büyük oğlu Kâsım ve bir
müddet sonra da diğer oğlu Abdullah, küçük yaşta, vefât ettiler. Yine bi’setin
onuncu yılında Peygamber efendimizin amcası Ebû Tâlib ve ondan birkaç gün sonra
da hanımı hazret-i Hadîce vefât etti. Ard arda ortaya çıkan bu ölüm
hâdiselerinden dolayı bu seneye Senet-ül hüzün (hüzün yılı) denildi.
Bu vefât hâdiselerine çok sevinen müşrikler, sevgili Peygamberimiz ve
Müslümanlara karşı öncekinden daha şiddetli davranmaya başladılar. Ebû Tâlib
hayattayken onun himâyesinden çekinen müşrikler, o vefât edince, Muhammed
aleyhisselâma ve Müslümanlara yaptıkları tecâvüzleri kat kat arttırdılar.
Mekke ahâlisi îmân etmiyor ve Müslümanlara çok sıkıntı veriyordu. İşkenceyi
arttırıp, işi azdırmışlardı. Resûlullah çok üzüldü. Hicretten bir yıl önce,
elli iki yaşında idi. Zeyd bin Hârise’yi alarak Tâif’e gitti. Tâif halkına bir
ay nasîhat eyledi. Kimse îmân etmediği gibi alay ettiler, işkence yaptılar,
yuhaladılar. Çocuklar taşa tuttular. Üzüntülü ve yorgun bir şekilde geri
dönerken mübârek bacakları yaralandı. Zeyd’in başı kan içinde kaldı. Çok sıcak
bir saatte, yol kenarında, bitkin hâlde istirâhat edip yaralarını, kanlarını
sildiler. Muhammed aleyhisselâm daha sonra Mekke’ye doğru gitmekte iken,
başının üzerinde kendisini gölgeleyen bir bulutu ve biraz sonra da Cebrâil
aleyhisselamı gördü. Cebrâil aleyhisselâm; “Yâ Muhammed, şüphesiz ki, Allahü
teâlâ kavminin sana ne söylediklerini işitti. (Bir melek göstererek) Şu melek,
Allahü teâlânın dağları emrine verdiği melektir. Kavmin hakkında ne dilersen
ona emredebilirsin.” dedi. Dağlara müvekkil melek (Mekke’nin iki tarafında
bulunan Ebû Kubeys ve Kuaykıan dağlarını göstererek); “Yâ Muhammed! Eğer şu iki
yalçın dağın Mekkeliler üzerine kapanıp birbirine kavuşmasını istersen, emret,
kavuşturayım!” dedi. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber
efendimiz; “Hayır! Ben insanlara rahmet olarak gönderildim. Allahü
teâlânın, bu müşriklerin sulbünden, îmân edecek, Allah’a şirk koşmayacak bir
nesil çıkarması için duâ ederim.” buyurdu.
Peygamber efendimiz Tâif’ten Mekke’ye döndüğü sırada Mekke’ye varmadan Nahle
adındaki bir yerde bir müddet istirâhat etti. Bu sırada namaza durmuştu.
Nusaybin cinlerinden bir grup oradan geçerken O’nun okuduğu Kur’ân âyetlerini
duydular ve durup dinlediler. Sonra Peygamber efendimizle görüşüp Müslüman
oldular. Muhammed aleyhisselâm onlara; “Kavminize varınca benim îmâna
dâvetimi onlara da söyleyin, onları îmânâ dâvet edin.” buyurdu. O
cinnîler kavimlerine gidip bunu bildirince, işiten cinnîlerin hepsi îmân
ettiler. Bu husus Kur’ân-ı kerîmde Cin sûresinde bildirilmektedir.
Resûl-i ekrem efendimizle Zeyd bin Hârise bu hâdiseden sonra Mekke’ye
yürüdüler. Karanlıkta şehre girdiler. Birkaç ay Mekke’de çok sıkıntılı geçti.
Her taraf düşman idi. Gidecek bir yer yoktu. Doğruca amcası Ebû Tâlib’in
kızıümmü Hâni’nin Ebû Tâlib mahallesinde bulunan evine geldi. Ümmü Hâni, o
zaman îmân etmemişti.
Resûlullah, o gün çok incinmişti. Abdest alıp, Rabbine yalvarmağa, af dilemeğe,
kulların îmâna gelmesi, saadete kavuşmaları için duâya başladı. Çok yorgun, aç,
üzüntülü idi. Hasır üzerine uzanıp uyuyuverdi.
O anda, Cebrâil aleyhisselâm gelip, Allahü teâlânın dâveti üzerine Muhammed
aleyhisselâmı Mirac’a götürdü. Gökleri aştı, bilinmeyen, anlaşılmayan,
anlatılamayan şekilde Cennet’i, Cehennem’i, Arş’ı, Kürsî’yi gördü. Mekansız,
zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allahü teâlâyı görüp konuştu.
Hicretten bir sene önce 13 Temmuzda Cumâ gecesi vukû bulan bu mûcizeye
“Peygamberimizin “Mîrâcı” denir. Resûlullah Mîrâca rûh ve bedeniyle uyanıkken
çıktı. “Beden ile gittim.” buyurdu. Peygamber efendimize Mîrâc
gecesinde nice ilâhî hakikatler gösterildi ve beş vakit namaz bu gecede farz
kılındı. Mîrâc Kur’ân-ı kerîm’de İsrâ sûresinde ve hadîs-i
şerîflerde bildirilmektedir.
Peygamber efendimiz, müşriklerin şiddetle karşı çıkmalarına ve istememelerine
rağmen, bütün güçlüklere ve sıkıntılara katlanarak insanları İslâma dâvet etti.
Mekke her yıl hac mevsiminde uzaktan, yakından gelenlerle dolup taşardı.
Peygamberimiz bu mevsimde kurulan panayırlara gider, Mekke’ye gelen Arap
kabîlelerine İslâmı anlatır ve onları îmâna dâvet ederdi. Müşrikler ise hep
mâni olmak için uğraşırlardı.
Peygamber efendimiz bi’setin (peygamberliğin) on birinci yılında hac mevsiminde
Mekke’nin yakınında bulunan Akabe’de Medîne’den gelen altı kişiyle karşılaştı,
onlarla görüştü. Onlara Kur’ân-ı kerîm okudu ve İslâma dâvet
etti. Medîne’deki Hazrec kabîlesinden olan bu altı kişi Peygamberimizi
dinledikten sonra hemen îmân ettiler. Bu altı kişi ilk Medîneli Müslümanlardır.
Bundan bir sene sonra bi’setin on ikinci yılında yine hac mevsiminde 12
Medîneli, Peygamber efendimizin dâvetini kabûl ederek Müslüman oldular. Allah’a
şirk koşmayacaklarına, zinadan, hırsızlıktan sakınacaklarına, kimseye iftirâ
etmeyeceklerine, kız çocuklarını öldürmeyeceklerine, Allah’a ve Resûlüne itâat
edeceklerine dâir kesinlikle söz verdiler. Bu hâdiselere ilk Akabe bîatları
denilmiştir. Medînelilerin yaptıkları bu bîat büyük bir önem taşıyordu.
Peygamberimiz bu bîatlerde bulunanlara İslâmı anlatmak ve Kur’ân-ı
kerîm’i öğretmek üzere Eshâb-ı kirâmdan Mus’ab bin Umeyr’i,
muallim olarak onlarla birlikte Medîne’ye gönderdi. Bu sıralarda Medîne’deki
Müslümanların sayısı kırka ulaşmıştı. Mus’ab bin Umeyr’in üstün gayretleriyle
Medîne’de bulunan Evs ve Hazrec kabîlelerinden hemen hemen Müslüman olmayan
kalmamıştı. Az zamanda İslâmiyet Medîne’de yayıldı. Peygamber efendimiz Medîne’de
İslâmın bu şekilde süratle yayıldığını haber alınca çok sevinip bu seneye Sevinç
Yılı denildi. Bu seneden sonra peygamberliğin on üçüncü senesinde yine
hac mevsiminde Medîne’den 73 erkek 2 kadın olmak üzere 75 kişi Akabe’de gece
yarısı Sevgili Peygamberimizle görüştüler. Resûlullah efendimiz onlara; “Allah’tan
başka ilâh olmadığına, benim O’nun Resûlü olduğuma îmân ederek dînin emirlerini
yerine getireceğinize, bana itâat edeceğinize, hiçbir şeyden çekinmeden Allah
yolunda Allah için hakkı söyleyeceğinize, kendi nefsinizi ve nâmusunuzu
koruduğunuz gibi bana yardımcı olacağınıza söz veriyor musunuz?” buyurdu.
Bunu seve seve kabûl ettiklerini bildiren Medîneliler; “Yâ Resûlallah, senin
uğrunda ölürsek bize ne var?” diye sordular. “Cennet var.” buyurunca,
Resûlullah efendimizin elini tutarak bîat ettiler. Peygamberimiz bunların
içinden Medîne’nin ileri gelenlerinden, okuma yazma bilen 12 kişiyi temsilci
olarak seçti. Bu temsilciler; “Allah’a hamd olsun ki; bizi Muhammed
aleyhisselamın sevgisiyle ve O’na îmân etmekle şereflendirdi. Allah’ın ve
Resûlünün dâvetini kabul ettik, dinledik ve boyun eğdik.” diyerek sevinçlerini
ve teslimiyetlerini ifâde ettiler.
İkinci Akabe bîatıyla Medîne, Müslümanların rahat edecekleri ve sığınacakları
bir yer olmuştu. İkinci Akabe bîatını duyan Mekkeli müşriklerin Müslümanlara
tutumları çok şiddetli ve pek tehlikeli bir hal aldı. Müslümanlar durumlarını
arzedip hicret için izin istediler. Peygamber efendimizin; “Sizin
hicret edeceğiniz yurdun, iki kara taşlık arasında hurmalık bir şehir olduğu
bana gösterildi ve bildirildi. Orası Yesrib (Medîne)dir. Oraya
hicret ediniz. Orada Müslüman kardeşlerinizle birleşin. Yüce Allah onları size
kardeş yaptı ve Medîne’yi size emniyet ve huzur bulacağınız bir yurt yaptı.” buyurarak
Mekke’deki Müslümanların Medîne’ye hicret etmelerine izin vermesi üzerine,
bölük bölük Medîne’ye hicret ettiler.
Mekke’de hapsedilen veya işkence altında bulundurulan yâhut da hastalık gibi
sebeplerden dolayı yola çıkamayanlar, sevgili Peygamberimiz, hazret-i Ebû Bekr
ve hazret-i Ali’den başka Müslümanlardan kimse kalmayıp Medîne’ye hicret
ettiler.
Müslümanların Mekke’den hicret etmesi üzerine müşrikler harekete geçip ne
yapacaklarını kararlaştırmak üzere, kendilerince önemli saydıkları işleri
görüştükleri Dar’ün-Nedve denilen yerde toplandılar. Bu sırada şeytan Necdli
bir ihtiyar kılığında yanlarına geldi. Ebû Cehil; “Muhammed’i öldürelim”
deyince; “İşte bu adamın dediğini yapınız” dedi. Bunun üzerine müşrikler bu
kararda birleştiler. Her kabîleden birer kişi olmak üzere 40 kişi seçtiler.
Bunlar gece vakti evini sarıp sabahleyin evden çıkarken Sevgili Peygamberimizi
öldürmek üzere harekete geçtiler. Cebrâil aleyhisselâm gelip Sevgili
Peygamberimize bu durumu ve hicret etmesi için izin verildiğini bildirdi. Resûlullah
efendimiz o gece hazret-i Ali’ye yatağına yatmasını ve kendisine bırakılan
emânetleri sâhiplerine vermek için Mekke’de kalmasını söyledi.
Resûlullah, müşriklerin ellerinde kılıçlarla gece evinin etrâfını sardığı
sırada, üzerlerine bir avuç toprak serpti ve Yâsîn sûresinin ilk âyetlerini
okuyarak evden çıkıp müşriklerin arasından geçti. Bekleyenlerin hiç biri onu
göremedi. Ebû Bekr ile Sevr Dağına çıkıp üç gün orada bir mağarada gizlenip
sonra Medîne’ye hicret ettiler. O gece evinin etrafında bekleyen müşrikler
sabaha doğru eve girince Ali radıyallahü anh ile karşılaştılar. Muhammed
aleyhisselâmın Mekke’den ayrıldığını anlayarak tâkibe koyuldular. Ancak
Resûlullah’ın mûcizeleri karşısında âciz kalıp bulamadılar.
Peygamber efendimizin bi’setin on üçüncü yılında 12 Rebîulevvel de, Mîlâdi 622
senesinde Medîne’ye hicretiyle on sene süren Medîne devri başladı.