Zeyd Bin Hârise
Zeyd Bin Hârise
İlk îman eden köle.
Zeytin gözlü çocuk, korkuyordu... Çünkü Arabistan’ın meşhur Ukaz Panayırı,
karmakarışıktı. Burası, esir pazarıydı. Genç, yaşlı her cins köle satılıyordu.
Kendisi kadar küçükler bile vardı.
Adın ne?
Heyecanlı pazarlık sesleri arasında, sıcak, toz ve gürültü çok bunaltıcıydı. Bu
kargaşada, güler yüzlü bir adam, ona yaklaşarak sordu:
- Senin adın ne oğlum?- Zeyd.
- Babanın adı?
- Hârise, efendim!
- Nerelesin?
- Yemenli.
- Hangi kabîledensin?
- Kudâa kabîlesinden.
- Öyle mi? O, eski ve kıymetli bir kabîledir...
Küçük Zeyd, beyaz dişlerini göstererek gülümsedi ve mırıldandı:
- Doğrudur, efendim...
Bu güzel yüzlü amcayı sevmeye başlamıştı... Adam tekrar sordu:
- Karnın açtır, değil mi?
Çocukcağız önüne baktı. Cevap vermedi. Fakat günlerdir aç, susuz, perişan
bekleşiyorlardı. Adam tekrar sordu:
- Benimle gelmek ister misin? Güzel yemekler, temiz elbiseler ister
misin?
- Sizinle yemek olmasa da gelirim efendim!
Esir tüccarı ile pazarlık ettiler. Küçük Zeyd, boynu bükük bekliyordu. Nihâyet
dörtyüz dirheme anlaştılar. O kimse, parasını ödedi. Gülerek başını okşadı ve
dedi ki:
- Haydi bakalım küçük Yemenli! Şimdi gidip, ikimiz de bir güzel karnımızı
doyuralım!
O amca kendisini, çok daha iyi kalbli bir hanıma götürdü. Teslim ederken dedi
ki:
- Ey amcamın kızı! İşte, senin için aldığım köle!
Bu hanım, Hazret-i Hatice idi. Hediye eden de, yeğeni Hâkim bin Hizâm
idi.
İlk Müslüman köle
Hazret-i Hatice gerçekten, dünyadaki bütün kadınların en hayırlısı idi. Öyle
olmasa, sevgili Peygamberimizle evlenmek nasip olur muydu?
Düğünden hemen sonra, Hazret-i Hatice de Zeyd’i, Peygamber Efendimize hediye
ettiler.
Allahın Resûlü, onu görür görmez pek sevdiler. Esirlikten kurtulması için, azâd
ettiler ve himâyelerine aldılar.
Yemenli Zeyd, böylece, yeni yuvasına yerleşti. Her gün o kadar hârika şeyler
görüyordu ki, hayranlığı gittikçe artıyordu.
Çok kısa zaman sonra, o da, ilk Müslümanlar arasına katıldı. Böylece,
ilk Müslüman olan kadın, Hazret-i Hatice; ilk Müslüman olan çocuk, Hazret-i
Ali; ilk Müslüman olan erkek, Hazret-i Ebû Bekir ve ilk Müslüman olan köle de
Hazret-i Zeyd oldu.
Zeyd bin Hârise, Mekke’de Resûlullahın yanında rahata kavuştuğu sıralarda,
Yemen illerinde dertli bir baba dolaşıyordu. Kaybolan oğlunu arıyor ve hasret
dolu şiirler okuyordu:
Zeyd için ağlıyorum,
Karalar bağlıyorum.
Geri döner mi diye,
Kalbimi dağlıyorum...
Dağlara çıkayım mı?
Zeyd’imi arayım mı?
Bir haber versin diye,
Rüzgâra sorayım mı?
Yemenliler hemen tanıdılar
Yemen’den ayrılan her kervana, oğlunu tenbih ediyordu. Gelen her yolcuya da,
onu soruyordu. Bir şeyler öğrenebilmek için çırpınıyordu. Yemenliler o sene de
Mekke’ye gittiler...
Kâbe’yi tavâf edenler arasında, Zeyd de bulunuyordu. Yemenliler, onu hemen tanıdılar.
Memlekete dönünce, babasına müjdeyi verdiler. İhtiyar Hârise, sevinçten sanki
deli olacaktı!..
Oğlunu kaybettiğine ne kadar üzüldüyse; yaşadığına da, o kadar sevindi...
Üstelik iyi kalbli efendisinin, oğlunu azâd ettiği söyleniyordu. O hâlde, hür
idi. Peki öyleyse, niçin yurduna dönmüyordu?
Bu karışık düşünceler arasında, yine de; bir an evvel, oğluna kavuşmak
istiyordu...
Ertesi sabah Zeyd’in amcasıyla birlikte, yola çıktılar. Yanlarına bir de, köle
almışlardı. Bu genç ve kuvvetli esirin adı, Serahbil idi. Uzun ve meşakkatli
bir yolculuktan sonra, Mübârek Beldeye vardılar...
Sevgili Peygamberimizi bulmaları zor olmadı. Konuşabilmek için, izin istediler.
Yerlerde ve göklerde bulunanların en merhametlisi olan Resûlullah efendimiz,
onlari kabûl ettiler.
Oğlumdan ayrı düştüm
Yemenli Hâris, şöyle dedi:
- Ey Abdülmuttalib’in torunu! Ey Abdullah’in oğlu! Ey büyük Mekkeli! Ey bu
kavmin reisi! Ben, tâlihsiz bir babayım. Çünkü, en sevgili oğlumdan ayrı
düştüm. Ancak sizin yardımınızı diliyor ve bekliyorum. Oğlumun yerine, size
başka bir köle getirdim! Şu Serahbil adındaki genci, lütfen kabûl buyurun.
Kendisi kuvvetli ve güvenilir bir insandır. Onu alınız ve oğlumu bana geri
veriniz!
Bu teklif karşısında, Peygamberimiz buyurdular ki:
- Zeyd’i çağırıp kendisine durumu bildirelim. Onu serbest bırakalım. Şâyet
size gelmeyi tercih ederse, bir şey vermenize gerek kalmadan, onu alıp
götürebilirsiniz. Şayet beni tercih eder, yanımda kalmayı isterse, Allaha yemin
ederim ki, beni tercih edeni kimseye terk etmem, yanımda kalır.
Hârise ve kardeşi, Peygamber efendimizin, Zeyd ile ilgili olarak verdikleri bu
cevaba çok memnun olarak dediler ki:
- Sen bize çok adâletli ve insaflı davrandın.
Bunun üzerine Peygamberimiz, Zeyd’i huzuruna çağırarak, kendisine buyurdu
ki:
- Bunları tanıyor musun?
- Evet efendim, tanıyorum. Biri babam, diğeri amcamdır.
- Ey Zeyd! Sen, benim kim olduğumu öğrendin, sana olan şefkat ve
merhametimi, davranışımı da gördün. Şimdi bunlar seni almaya gelmişler. O
hâlde, ya beni tercih et ve yanımda kal veya onları tercih et, git!
Eşsiz insan
Resûlullah efendimizin, kendisini serbest bırakması üzerine, Zeyd, hayatının en
önemli anlarını yaşıyordu. Herkes ne cevap vereceğini, ne yapacağını merakla
bekliyordu! Müthiş bir imtihan içindeydi. Kendi kendine şunları düşündü:
“Bir tarafta, öz babam duruyor. Dünyaya gelmeme sebep olan kimse. Diğer tarafta
ise, esirleri ve efendileri eşit kılan; yetimlerin, öksüzlerin, kölelerin,
güçsüz ihtiyarların, dul kadınların, misâfirlerin, garip yolcuların ve
fukaranın yardımcısı eşsiz insan.”
Karar vermek, gerçekten zordu... Fakat Hârise oğlu Zeyd, Peygamberimize dönerek
şunları söyledi:
- Ben hiç kimseyi size tercih etmem. Siz benim hem amcam, hem babam
makâmındasınız. Sizin yanınızda kalmak istiyorum.
Bu sözleri duyanlar, şaşırıp kaldılar! Sadece Resûlullah Efendimiz
gülümsüyordu. Hazret-i Zeyd de, huzur içindeydi. Babası kızarak, Zeyd’e dedi
ki:
- Yazıklar olsun sana! Demek ki, sen köleliği hürriyete, annene, babana ve
amcana tercih ediyorsun! Bunları mahsustan söylüyordu. Belki fikrinden cayar
da, geri döner ümidindeydi. Fakat oğlu, gâyet sâkin bir şekilde, kara gözlerini
babasına çevirip cevap verdi:
- Babacığım, ben bu zattan öyle şefkatli muamele gördüm ki, Ona kimseyi tercih
edemem.
Daha sonra Peygamber Efendimiz, ayağa kalktılar. Zeyd’i, kocaman bir taş
üzerine çıkarttılar. Orada bulunanlara dediler ki:
- Şâhit olunuz ey insanlar! Zeyd bundan sonra, benim oğlumdur. Onu evlât
ediniyorum. O bana vâris, ben ona vârisim.
Sevinçle memleketlerine döndüler
Babası ve amcası bu durumu görünce, kızgınlıkları geçti. Sevinç içinde
memleketlerine döndüler. Bundan sonra Zeyd’e, Zeyd bin Muhammed, yâni
Muhammed’in oğlu Zeyd denilmeye başlandı.
Bu hâdiseler olduğunda, henüz İslâmiyet gelmemişti. Daha sonra Allahü teâlânın,
Ahzâb sûresinin 5. ve 40. âyetlerindeki, (Evlâtlarınızı babalarının
ismiyle çağırın, böylesi Allah katında daha doğrudur), (Muhammed aleyhisselâm
sizden hiçbir erkeğin (Zeyd gibi) babası değildir) meâlindeki
emirleri ile evlât edinmek de kaldırılınca, Hazret-i Zeyd babasının ismiyle,
yâni “Hârise’nin oğlu Zeyd” mânasında (Zeyd bin Hârise) diye
çağrılmaya başlandı.
Allahın Resûlü, Zeyd’i çok severlerdi. O kadar ki, onu, öz amcaları Hazret-i
Hamza ile kardeş ilân ettiler. Peygamber efendimizin ailesinde ve akrabâlarında
da, aynı sevgi mevcuttu. Şehitlerin en büyüğü Hazret-i Hamza, her savaşa
çıkışta, bütün varlığını ona vasiyet ederdi.
Bir gün Peygamber Efendimiz buyurdular ki:
- Cennetlik hanım isteyen, Ümmü Eymen’le evlensin!..
Üsâme adlı bir oğulları oldu
Ümmü Eymen iyi kalbli ve Habeşli bir câriye idi. Peygamber Efendimize,
anacığından emânet kalmıştı...
Artık delikanlı olan Hazret-i Zeyd, hemen, o siyahî hanımla evlendi. Üsâme adlı
bir de oğulları oldu.
Zeyd bin Hârise, Bedir harbinden Mûte harbine kadar, Peygamber efendimizin
bulunduğu bütün savaşlara katılmıştır. Yalnız Müreysi gazâsında, Peygamber
efendimiz onu Medîne’de yerine vekil bıraktığından bulunamadı. Bunun dışında
pek çok seferde bulunmuş, bir çoğunda kumandanlık ederek, şecaati, kahramanlığı
ile örnek olmuştur.
Hicretin 8. yılında, Mûte seferine çıkılacaktı. Mücâhidlerin başında, Hazret-i
Zeyd bulunuyordu. Çünkü sevgili Peygamberimiz sancağı ona teslim etmişlerdi.
Hazret-i Ali’nin kardeşi Hazret-i Câfer ve Hâlid bin Velîd gibi kumandanlar,
onun emrinde idiler. Medîne’de vedâlaşırken, Allahın Resûlü buyurdular
ki:
- Muharebede Zeyd şehit olursa, sancağı Câfer alsın! O da şehit düşerse,
Abdullah bin Revâhâ başa geçsin!
Söyledikleri aynen çıktı. Üç büyük Sahâbî de, arka arkaya Cennete
uçtular.
Sahih-i Buhâri’de, bu olay şöyle anlatılıyor:
Resûlullah efendimiz Mûte’ye orduyu gönderdikten epey sonra, bir gün minberde
konuşma yapıyorlardı. Birdenbire Efendimizin gözlerinden yaşlar boşanmaya
başladı ve konuşmalarını keserek buyurdular ki:
- İşte Zeyd şehit oldu, bayrağı Câfer aldı. O da şehit oldu. Bayrağı
Abdullah aldı. O da şehit oldu. Şimdi bayrağı Hâlid bin Velîd aldı. Cenâb-ı Hak
zaferi Hâlid’e nasîb etti.
Hazret-i Zeyd’in kumandan olduğu bu savaşta, ondan sonra kumandan olarak şehit
edilen Câfer-i Tayyâr’ın, savaş sırasında iki kolu birden kesilmişti. Onun
hakkında Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Cenâb-ı Hak Câfer’e kesilen kollarının yerine iki kanat ihsân buyurdu. Cennette
meleklerle birlikte uçtuğunu Rabbim bana gösterdi.
Bu sebeple, vefâtından sonra kendisi, “Uçan Câfer” mânasına gelmek üzere, "Câfer-i
Tayyâr" lâkabıyla anılmıştır.
Hazret-i Zeyd’in Mûte savaşında şehit edilmesinden bir sûre sonra, bu defa mübârek
şehidin oğlu Üsâme kumandasında bir ordu daha hazırlandı. Fakat, Resûlullah
efendimizin hayatının son günlerine rastlaması yüzünden onları uğurlayamadı.
Daha sonra bu ordu Hazret-i Ebû Bekir tarafından Şam üzerine gönderilmiş ve
zaferle dönülmüştür.
Hazret-i Zeyd ilk îman edenlerdendi. Îman edince, Mekke'de iken pek çok ezâ ve
cefâlara mâruz kaldı. Buna rağmen o, hepsine katlandı ve îmanından zerre kadar
tâviz vermedi.
Peygamberimiz, Tâif halkını İslâmiyete dâvet için, Zeyd ile beraber Tâif'e
gitmişti. Tâif halkına bir ay nasîhat ettiler. Hiç kimse îman etmedi. Alay
ettiler. İşkence yaptılar. Yuhaladılar. Peygamber efendimiz, Zeyd bin Hârise
ile dönerlerken, yolda Tâifliler tarafından taşa tutuldular. Her tarafları kan
revân içinde kaldı.
Birçok yerinden yaralandı
Hazret-i Zeyd, Peygamberimizi atılan taşlardan korumak için, Onun önüne,
arkasına, sağına, soluna geçerek siper oluyordu. Bu sırada başından ve birçok
yerinden yaralanmıştı. O buna rağmen, buna aldırmıyordu. Onun için önemli olan,
Resûlullah efendimize bir zarar gelmesin, Ona gelecek zarar kendisine gelsindi.
Bu seferden Mekke'ye dönerken, Addâs adlı tek bir köle îman etmişti.
Hazret-i Zeyd, hicret izni çıkınca, Medîne'ye hicret etti. Medîne'de, Ensardan
Gülsüm bin Hedm'in evinde misâfir kaldı.
Hazret-i Zeyd Peygamberimizi o kadar çok seviyordu ki, canını Onun yolunda fedâ
etmekten çekinmiyordu. Hattâ Peygamberimizi öz babasına tercih etmişti.
Peygamber efendimiz de, Zeyd'i ve oğlu Üsâme'yi çok severdi. Hadis-i şerifte
buyuruldu ki:
(Bana insanlar arasında en sevimli gelen kişi, benim ve Allahın ihsânına
mazhar olan kişidir. Bu zat Zeyd'dir.)
Allahü teâlânın ihsânı; Müslüman olmasını nasib etmesi, Peygamberimizin ihsânı
ise, onu hürriyetine kavuşturmasıdır.
Zeyd bin Hârise, uzak bir yere gidiyordu. Kirâ ile tuttuğu katırcısı, tenha bir
yerde bunu öldürmek istedi. İzin isteyip iki rekat namaz kıldı. Sonra üç
defa, "Yâ Erhamerrâhimîn" dedi. Her birini
söylerken, "Onu öldürme" sesi geldi.
Üçüncüsünde geldim
Dışarıda adam var sanarak, katırcı dışarı çıkıp içeri girdi. Üçüncüsünde,
elinde kılıç bulunan bir süvâri içeri girip katırcıyı öldürdü. Sonra Zeyd'e
dönerek dedi ki:
- Sen, "Yâ Erhamerrâhimîn" duâsına başlarken, ben yedinci gökte
idim. İkincisini söylerken birinci göke, üçüncüsünde yanınıza geldim.
Hazret-i Zeyd, bu gelen süvârinin, melek olduğunu anladı.
Kur'an-ı kerimde, Eshâb-ı kirâm içinde Hazret-i Zeyd'den başka hiçbir kimsenin
ismi açıkça zikredilmedi. Sadece Zeyd'in ismi geçmektedir. Bu, onun için büyük
şeref olmuştur.
Zeyd, beyaz, güzel idi. Oğlu Üsâme ise esmer idi.
Hazret-i Zeyd, tahminen milâdi 575 yılında doğmuş olup, annesi Su'de binti
Sa'lebe'dir. Künyesi oğluna nisbetle Ebû Üsâme'dir. Yemenlidir.
Yemen'in o zamanki en muhterem kabîlesi olan Kudâa kabîlesine mensuptur. Annesi
ise Tay kabîlesinin bir kolu olan Maan oğullarındandır.
Hicretin altıncı senesinde Zeyd bin Hârise, Eshâbdan bâzılarının ticaret
mallarını Şam’a götürüp satmak üzere yola çıktı. Zeyd bin Hârise ve arkadaşları
atlı idiler.
Zeyd bin Hârise ve arkadaşları, ticaret malları ile Vâdilkurâ’ya yaklaştıkları
sırada, Fezâre bin Bedir kabîlesinden birtakım adamlar, onların önlerini
kestiler. Zeyd’i ve arkadaşlarını kılıçtan geçirdiler. Onların öldürüldüklerine
kanaat getirerek, yanlarındaki bütün ticaret mallarını gasp ettiler.
Gündüzleri gizleniniz!
Zeyd bin Hârise’nin arkadaşları şehit oldu. Zeyd bin Hârise de ağır surette
yaralanıp şehitler arasına baygın düşmüştü. Ölme derecesine geldi.
Zeyd bin Hârise, bir müddet sonra ayıldı. Yavaş yavaş Medîne’ye geldi.
Başlarına gelenleri, Peygamberimize haber verdi.
Zeyd bin Hârise, Benî Fezârelerle çarpışmak için yemin etti ve kendisini, Benî
Fezârelere göndermesini, Peygamberimizden diledi.
Zeyd bin Hârise’nin yaraları iyileşince, Peygamberimiz, onu, askerî bir
birliğin başına geçirerek Benî Fezârelere gönderdi. Gönderilen birlik, büyükçe
bir süvâri bölüğü idi. Gönderirken, onlara buyurdu ki:
- Gündüzleri gizleniniz, geceleri yürüyünüz!
Zeyd bin Hârise ve arkadaşları kılavuzlarının yanılması sonucu, bir gün boyunca
yanlış yolda ilerlediler. Benî Fezâreler de, İslâm mücâhidlerinin geldiklerini
haber aldılar. Zîrâ, âdet olarak kendilerine bir gözcü tayin etmişlerdi. Her
gün, gözcü kendilerine ait bir dağın tepesine çıkıp, yoldan kendilerine doğru
gelenlere bakar, gelenleri, bir günlük uzaklıktan haber verir ve, “Rahatça
uyuyunuz! Bu gece size gelebilecek bir tehlike, bir zarar yok"
derdi.
Zeyd bin Hârise ve arkadaşları, Benî Fezâreleri geceleyin gâfil iken basmayı
bekleyerek sabahladılar. Sabaha çıktıkları zaman, Benî Fezârelerin,
yurtlarından gitmiş olduklarını gördüler.
Zeyd bin Hârise, Benî Fezâreleri araştırmak için, ileri gitmekten arkadaşlarını
men etti. O sırada, Benî Fezârelerden, küçük bir cemaate rastladılar. Onları
kuşattılar.
Zeyd bin Hârise ve arkadaşları tekbir alarak, onlarla şiddetle çarpıştılar.
Benî Fezâreler, bozguna uğradı. Benî Fezârelerin belli başlı adamlarından
Abdullah bin Mesade ile Kays bin Numan bin Mesade öldürüldü.
Seleme bin Ekva, araştırmaya devam etti. İçlerinde kadın ve çocukların da
bulunduğu bir grubun dağa doğru seğirttiklerini görüp, ok atarak, onların dağa
kaçmalarına engel oldu.
Zeyd’i kucakladı
İslâm mücâhidlerinden Kays bin Muhassir, Ümmü Kirfe’nin ardına düşüp onu
yakaladı. Ümmü Kirfe, yaşlı bir kocakarı idi. Yakalanınca, Peygamberimize sövüp
saymaya başladı. Zeyd bin Hârise de, onu öldürmesini, Kays bin Muhassir’e
emretti ve derhal öldürüldü.
Benî Fezârelerin, ele geçirilebilen malları ganîmet olarak alındı. Zeyd bin
Hârise, Ümmü Kirfe’nin zırh gömleğini Peygamberimize gönderdi.
Mücâhidler, Medîne’ye döndükleri sırada, Peygamberimiz evinde idi. Zeyd bin
Hârise, gidip Peygamberimizin kapısını çaldı. Peygamberimiz, Zeyd’i karşılayıp
kucakladı ve alnından öptükten sonra, ne yaptıklarını ona sordu. Zeyd de,
Allahın lutfettiği yardım ve zaferi Peygamberimize haber verdi.
Peygamber efendimizin mektubunu Rum Kayseri Heraklius’a götüren Eshâb-ı
kirâmdan Hazret-i Dihye, dönüşte, Kayserden aldığı bahşişler, kıymetli
hediyeler ve elbiselerle Hisma’ya geldi.
Cüzâmlardan Hüneyd ve oğlu ile daha birtakım adamlar, orada Dihye’nin yolunu
keserek, üzerindeki eskimiş elbisesinden başka yanındaki her şeyi
yağmaladılar.
Eski elbisemle geldim
Dihye, Medîne’ye gelince, evine girmeden, doğruca Peygamberimizin yanına gidip,
Kayser Heraklius ile aralarında olup bitenleri başından sonuna kadar haber
verdikten sonra dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Kayserin yanından dönüp gelirken, Hisma’da bulunduğum sırada,
Cüzâmlardan bir cemaat beni baskına uğrattılar. Hiçbir şey bırakmaksızın
yanımdaki şeyleri yağmaladılar. Nihayet, Medîne’ye şu eski püskü elbisemle
gelebildim!
Sonra da Hüneyd ile oğlunun cezâlandırılmalarını diledi.
Bunun üzerine Peygamberimiz, Zeyd bin Hârise’yi, beşyüz kişilik bir kuvvetle
Cüzâmlara yolladı. Hazret-i Dihye’yi de, Zeyd bin Hârise’nin yanına kattı. Benî
Uzrelerden bir adam da, kılavuz olarak yanlarına katıldı.
Zeyd bin Hârise, kılavuzlar ile birlikte geceleri yürüyorlar, gündüzleri
gizleniyorlardı.
İslâm mücâhidlerinin, Cüzâmların yurtlarına geldikleri sırada, Cüzâmların ileri
gelenlerinden Rifaa bin Zeyd, Müslüman olup, Peygamberimizin mektubu ile
kavminin yanına dönmüştü. Cüzâmlardan ve civâr bâzı kabîlelerden birçok kimse
Harretürrecla’ya gelip konmuşlardı.
Kılavuz, İslâm mücâhidlerini, Harre’nin Evlac tarafından getirmişti. İslâm
mücâhidleri, sabahleyin Hüneyd ve oğlunun konak yerine ve onların yanında
bulunanlara ansızın baskın yaptılar. Hüneyd’le oğlu öldürüldü. Benî Ahnef veya
Ecneflerden de, iki kişi öldü. Birçok kadınlar ve çocuklar esir edildi. İslâm
mücâhidleri; bin deve ve beş bin davar ele geçirdiler.
Dubeyboğulları, İslâm mücâhidlerinin Medan çölünde bulunduklarını öğrenince,
onlardan Hassân bin Melle, Üneyf bin Melle, Ebû Zeyd bin Amr atlarına binip
gittiler.
Bugün sakın yapma!
Bunlar, İslâm mücâhidlerine yaklaşınca, Ebû Zeyd’le Hassân, Uneyf bin Melle’ye
dediler ki:
- Sen, bizimle gel! Fakat, şimdiye kadar yapageldiğin şeyleri bugün sakın
yapma! Biz, konuşurken, sen, dilini tut! Bugün, bize bir uğursuzluk getirme!
İçlerinden, yalnız Hassân bin Melle’nin konuşmasını kararlaştırdılar. Hassân,
Zeyd bin Hârise’nin yanına kadar varıp durdu ve dedi ki:
- Biz, Müslüman bir cemaatiz!
- Öyle ise, Fâtiha sûresini okuyunuz bakayım!
Hassân, Fâtiha sûresini okuyunca, Zeyd bin Hârise dedi ki:
- Askere sesleniniz ki, yüce Allah, şu kavmin içinden çıkıp geldikleri yeri
bize haram ve dokunulmaz kılmıştır. Ahdini bozan, bundan müstesnâdır!
Bu konuşmalardan sonra, onlarla savaşmaktan vazgeçildi.