Anadolu’dan acı bir hatıra!..
25/09/2019 Çarşamba Köşe yazarı H.Y
Düşman köyümüzü, evimizi yakmıştı. Bunlar canevimizi yakıyor. Kitabımızı
yakıyorlardı. Gidenler nereye gidiyorlardı, nereye?.. “Asılmaya,
asılmaya" diyorduk.
Dinde tahrif hareketleri -6-
Kalbi saf ve temiz bir Anadolu insanı, başından geçen acı bir hatırasını
şöyle anlatıyor:
Yıl 1935... Allahü ekber diyenler, Allah’ın adını ağızlarına
alanlar doğru zindanları boyluyorlardı... Çit, bizim köyümüz... Köyümüzün iki
hocası var. Bunlardan biri benim babam, diğeri Telci Hoca namıyla maruf
birisi... Ben o zamanlar henüz çocuktum... Abdestlerimizi alıyoruz. Gün
doğmadan namazlarımızı kılmak için âdeta birbirimizle yarış ediyoruz.
Namazlarımızı kıldık. Babamın mütâlaa ve okuma odasına geçtik. Ben o zaman elif
cüzünü okuyordum...
Babam ara sıra dersi kesiyor, bize dinî ahlâkî öğütler veriyor. Bu öğütleri
biz üç kardeş âdeta su gibi içiyoruz. Kardeşlerim derslerini bitirmişler,
okumak sırası bana gelmişti ki, bir anda odanın kapısı gürültü ile açıldı.
Boğuk boğuk ve hoyratça söylenen “Kıpırdama!..” diye bir ses işittik.. Bu,
Kazamızın jandarma kumandanı Rıza Çavuş’un sesiydi. Rıza Çavuş önde elinde
tabanca, arkasında silahlı jandarmalar yanında da bir köy muhtarı. Sanki bir
eşkıya evine giriyorlar, bir caniler, katiller, hırsızlar şebekesine baskın
yapıyorlardı. Tabancalar, silahlar, jandarmalar. Karakol kumandanı çavuş hemen
eğildi; elimdeki elif cüzünü kaldırıp cebine soktu ve sonra da babama döndü ve
ona “Sen bunların okutulmasının yasak olduğunu bilmiyor musun? Sen
kanuna karşı geliyorsun ha!” diye bas bas bağırıyordu. Bir aralık
durdu. Sonra aklına bir şey gelmiş gibi birden kükredi. Babamın başındaki
sarığı görmüştü... Tuttu, o kar gibi beyaz temiz sarığı yerlere çaldı. Adam
gittikçe, kuduruyor. Kıracak, dökecek boğacak bir şey arıyordu. Zavallı babam
başı önüne düşmüş. Gözleri nemli susuyor, susuyordu.
Rıza Çavuş tekrar haykırdı. Babamın kitaplarını göstererek, emrindeki
jandarmalara “Toplayın şu kitapları” dedi. Kitapları çuvallara
doldurdular. Bir emir daha: “Şu herifin bileklerine kelepçe
vurun!” Emir hemen yerine getirildi. Babamın bileklerine kirli paslı
soğuk demiri, kelepçeyi taktılar. Babamı doğru köy odasına götürdüler. Baktık
diğer hoca da aynı akıbete uğramıştı...
Köy altüst oldu. Feryat figan... Bu vatan, bu köy düşman istilasını da
görmüştü. Hatta düşmanlar bütün köyü yakmışlardı!.. Fakat onlar düşmandı. Bu
gelenler kimlerdi? Bu gidenler kimlerdi? Babalarımız değil mi? Bir gaziler,
şehitler mücadelesi olan millî mücadele. Kuva-yı millîye ruhu şimdi
jandarmalara teslim edilmiş zincirlere vurulmuştu. Dedem Kafkaslarda şehit
olmuş, amcam Çanakkale’de. Babam da Balkan ve Çanakkale muharebelerinde yaralar
almıştı. Her Türk ailesinde olduğu gibi bizim ailemizde de soyca gazi ve
şehitler vardı. Düşman köyümüzü, evimizi yakmıştı. Bunlar canevimizi yakıyor.
Kitabımızı yakıyorlardı. Gidenler nereye gidiyorlardı, nereye?.. “Asılmaya,
asılmaya" diyorduk. Bütün köy halkı, gözyaşlarıyla jandarmaların
önünde itile kakıla elleri demir kelepçeli babalarımızı gözden kayboluncaya
kadar takip ettik! Gittiler, gittiler… Gözden kayboldular. Biz öksüz ve yetim
kalmıştık. Tıpkı öksüz ve garip Anadolu gibi...