İmam-ı a’zam Ebu Hanife
İmam-ı a’zam Ebu Hanife
Ehl-i sünnetin reisidir. Fıkıh bilgilerini, Ehl-i sünnet
itikadını topladı. Yüzlerce talebesine öğretip, kitaplara geçirilmesine sebep
oldu. Müslümanlar tarafından kağıt imali bunun zamanında başladı.
Derin ilmi, keskin zekası, aklı, zühdü, takvası, hilmi, salahı ve cömertliği
yüzlerce kitaplara yazılıp anlatılmıştır. Talebesi pek çok olup, büyük
müctehidler, âlimler yetiştirdi. Ehl-i sünnetin yüzde sekseni Hanefi
mezhebindedir.
Asıl adı Numan’dır. 80 (m. 699) senesinde Kufe’de doğup, 150 [m.767]’de
Bağdat’ta şehit edildi.
Babasının adı, Sabit’tir. Acemistan’ın (İran’ın) ileri gelenlerinden bir zatın
soyundan olup, Faris oğullarındandır. Dedesi Zuta, İslam dinini kabul etmiş ve
Hazret-i Ali’ye ikramda bulunmuştu. İlim sahibi salih ve kıymetli bir zat olan
babası Sabit, Hazret-i Ali ile görüşmüş, kendisi, evladı ve zürriyeti için
duasını almıştır.
İmam-ı a’zam, Kufe’de doğup büyüdü ve orada yetişti. Ailesinden çok üstün bir
terbiye ve din bilgisi aldı. Küçük yaşta Kur’an-ı kerimi ezberledi ve Arapçanın
o zaman tasnif edilmekte olan sarf, nahv, şiir ve edebiyatını öğrendi.
Gençliğinin ilk yıllarında Eshab-ı kiramdan Enes bin Malik’i, Abdullah bin Ebi
Evfa’yı, Vasile bin Eska’ı, Sehl bin Saide’yi ve hicri 102’de en son Mekke’de
vefat eden Ebu’t-Tufeyl Amir bin Vasile’yi görmüştür. Bunlardan hadis
dinlemiştir.
O zaman Kufe, Irak’ın büyük şehirlerinden ve önemli ilim merkezlerindendi. Eski
medeniyetlerin yatağı olan Irak’ta değişik dinlere ve sapık itikadlara mensup
çeşitli kavimler yaşıyordu. Ayrıca itikadı bozuk olan Şia ve Mutezile burada
ortaya çıkmış, çölde Hariciler türemişti. Diğer taraftan Eshab-ı kiramla
görüşüp onlardan Ehl-i sünnet itikadını ve din bilgilerini nakleden Tabiinin
büyükleri de orada bulunuyordu. Burada hükümet güçlerini ele geçirmek isteyen
fırkalar arasında da çetin bir mücadele sürüp gidiyordu. İmam-ı a’zam böyle bir
muhitte, ilk gençlik yıllarında babası gibi önce ticaretle meşgul olmaya
başladı. Bir taraftan da sık sık âlimlerin meclisine gidip onları
dinliyordu.
Bu âlimler kargaşalıkları ve fitneleri ortadan kaldırmak için Ehl-i sünnet
itikadını yayıyorlar ve sapık fırkalarla mücadele edip onların bozuk
fikirlerini çürütüyorlardı. Kufe genellikle bu tip münazaralara sahne oluyor,
hatta bu münazaralar meclislerden, çarşıya pazara taşıyordu. Henüz çok genç
yaşta olan imam-ı a’zam da, ailesinden ve gittiği ilim meclislerinden aldığı
din bilgileriyle bazen münazaralara katılıyor ve onun üstün kabiliyeti, keskin
zekası, derin anlayışı ve çabuk kavrayışlılığı yüzünden okunuyordu. Daha ilme
başlamadığı halde sapık fırkalara mensup olanlarla yaptığı münazaralarındaki
ikna kabiliyeti ve üstün başarıları, zamanın büyük âlimlerinin dikkatini
çekmişti. Onun bir cevher olduğunu anlayan âlimler, onu ilim öğrenmeye teşvik
ettiler. O da bu tavsiyelere uyarak ilim öğrenmeye başladı.
İlim öğrenmeye başlayışını kendisi şöyle anlatır:
“Bir gün zamanın âlimlerinden Şabi’nin yanından geçiyordum, beni çağırdı ve
bana; “Nereye devam ediyorsun?” dedi. Ben de; “Çarşıya, pazara!” dedim.
“Maksadım o değil, âlimlerden kimin dersine devam ediyorsun?” dedi. “Hiçbirinin
dersinde devamlı bulunamıyorum” dedim. “İlim ile uğraşmayı ve âlimler ile
görüşmeyi sakın ihmal etme! Ben senin zeki, akıllı ve kabiliyetli bir genç
olduğunu görüyorum” dedi. Onun bu sözü bende iyi bir tesir bıraktı. Çarşıyı,
pazarı bırakıp, ilim yolunu tuttum. Allahü teâlânın yardımı ile Şabi’nin
sözünün bana çok faydası oldu.”
İmam-ı Şabi’nin tavsiyesinden sonra ilme sarılıp, ders halkalarına devam etmeye
başladı. İmam-ı a’zam önce kelam ilmini, iman ve itikadı ve münazara
bilgilerini Şabi’den öğrendi. Kısa zamanda bu ilimlerde parmakla gösterilecek
bir dereceye ulaştı. Daha sonra Hammad bin Ebi Süleyman’ın ders halkasına
katılarak fıkıh ilmine başladı. Onun derslerini takip ederken huzurunda gayet
edepli oturur, söylediği her şeyi ezberlerdi. Hocası talebelerini müzakere
yoluyla yoklama yapınca, onun dersleri ezberlediğini görürdü ve benim yanımda
ders halkasının başına Numan’dan başka kimse oturmayacak derdi.
İmam-ı a’zamın hocası Hammad, fıkıh ilmini İbrahim Nehai’den, bu da Alkame’den,
Alkame de Abdullah bin Mesud’dan, bu da Peygamber efendimizden öğrenmiştir.
Hammad’ın derslerine yirmi sekiz yıl devam edip emsalsiz bir dereceye ulaştı,
daha ders aldığı sırada fıkıhta tanınıp meşhur oldu.
Hocası Hammad’ın dersine devam ettiği sırada sık sık Hicaz’a gidip Mekke ve
Medine’de çoğu Tabiinden olan âlimler ile görüşür, onlardan hadis rivayeti
dinler ve fıkıh müzakereleri yapardı. Ehl-i beytten Zeyd bin Ali’den, Muhammed
Bakır’dan ilim öğrendi. Muhammed Bakır ona bakıp; “Ceddimin dinine ait
hükümleri bozanlar çoğaldığı zaman sen onu canlandıracaksın, sen
korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın. Şaşıranları doğru
yola çevireceksin. Allahü teâlâ yardımcın olacak!” buyurmuştur.
Tasavvuf bilgilerini Muhammed Bakır, ondan sonra da Silsile-i aliyyenin
büyüklerinden olan Cafer-i Sadık hazretlerinden öğrendi. Yüksek makamlara
kavuştu. Eshab-ı kiramdan İbni Abbas’ın ilmini, Mekke fakihi Ata bin Ebi
Rebah’tan ve İkrime’den, Hazret-i Ömer ve onun oğlu Abdullah’tan nakledilen
ilimleri Abdullah bin Ömer’in azatlısı Nafi’den öğrendi. Böylece, Eshab-ı
kiramdan İbni Mesud ve Hazret-i Ali’den nakledilen ilimleri de buluşup
görüştüğü Tabiinden öğrendi.
(İlmi kimden aldın?) diye sorulunca da, şu cevabı vermişti:
“Hazret-i Ömer’den ilim alanlar vasıtasıyla Hazret-i Ömer’den; Hazret-i
Ali’den ilim alanlar vasıtasıyla Hazret-i Ali’den; Abdullah bin Mesud’dan ilim
alanlar vasıtasıyla da Abdullah bin Mesud’dan aldım.”
İmam-ı a’zam, başta Eshab-ı kiramın büyüklerinin ilim silsilesinden olmak üzere
dört bin kişiden ilim öğrenip, bütün ilimlerde ve üstünlüklerde en yüksek
dereceye ulaşmıştır. Şöhreti her yere yayılıp zamanında bulunan ve sonra gelen
bütün müctehidler, âlimler, üstün kimseler onu hep methetmiş, övmüştür.
İmam-ı a’zamın hocası Hammad bin Ebi Süleyman vefat edince, hocasının
talebeleri, arkadaşları ve halkın ileri gelenleri onun yerini dolduracak
âlimin, ancak imam-ı a’zamın olduğunu görerek, ısrarla hocasının yerine
geçmesini istediler. “İlmin ölmesini istemem!” buyurup, ilim kürsüsüne oturdu.
Hocası Hammad’ın yerine müftü oldu ve talebe yetiştirmeye başladı.
İmam-ı a’zam, hocası Hammad’ın yerine geçince, ilmi, vakarı, üstün tevazuu,
takvası, tatlı sözleri ve güler yüzüyle herkes tarafından sevilen ve dini meselelerde
insanların bütün müşkillerini çözen yegane müracaat kaynağı oldu. Irak,
Horasan, Harezm, Türkistan, Tuharistan, Faris diyarı (İran), Hind, Yemen ve
Arabistan’ın her tarafından kitleler halinde gelen talebeler, fetva isteyenler
ve dinleyicilerle etrafı dolup taşıyordu.
İmam-ı a’zamın meclisinde halk tarafından sorulan suallerin cevaplandırılması
ve talebeler için verilen muntazam dersler olmak üzere iki türlü müzakere
yapılırdı. Her gün sabah namazını, camide kılıp öğleye kadar sorulan sualleri cevaplandırır,
fetva verirdi. Öğleden önce kaylule [öğle vakti bir miktar uyuma] yapıp, öğle
namazından sonra yatsıya kadar talebelere ders verirdi. Yatsıdan sonra evine
gidip biraz dinlenir, sonra tekrar camiye gelip sabaha kadar ibadet ederdi.
Sorulan suallere cevap vermeden önce, mesele aleni (açık) olarak müzakere
edilir, talebeleri suali cevaplandırmaya çalışırdı. Meselenin müzakeresi
bittikten sonra, kendisi yeniden ele alıp gerekli düzeltmeleri yapar ve konuyu
iyice izah ve tasvir ettikten sonra cevaplandırırdı. Cevapları verildikten
sonra da fetvayı bizzat söylemek suretiyle ve anlaşılır ifadelerle talebelerine
yazdırırdı. Bu yazılar daha sonra fıkıh kaideleri haline gelmiştir. Dini bir
mesele cevaplandırılıp halledilince şükür için tekbir getirirlerdi. Bu esnada
Kufe mescidi tekbir sadalarıyla inlerdi.
Talebelerine verdiği muntazam dersleri ise çok mükemmel bir usul ile yürütürdü.
Bir taraftan fıkhın eski hadiselere ait bilinen hükümleri takrir edilir
(anlatılır) ve müzakere yapılır, diğer taraftan yeni hadiselere ait hükümler
bulunurdu. Geçmiş ve yaşanmakta olan hadiselerin hükümleri takrir edilirken,
bunlara benzeyen veya aynı cinsten olup da gelecekte vuku bulabilecek
hadiselere ait hükümler de araştırılıp bulunurdu. Dolayısıyla imam-ı a’zamın derslerinde
geçmiş ve yaşanmakta olan halin meselelerinden başka, geleceğe ait meselelere
geçilmiş ve fıkhın külli (genel) kaideleri tespit edilmiştir.
İmam-ı a’zam hazretlerinin ders halkasında çözülen fiili ve nazari fıkhi
meselelerin sayısı altıyüzbini aşmıştır. Bunların içinde, fıkıh ilminin
anlaşılmasına yarayan sarf, nahv ve hesaba (fen ilimlerine) ait öyle ince
meseleler de vardır ki, onların meydana çıkarılması ve çözülmesinde Arap
dilinin ve cebir ilminin mütehassısları dahi aciz kalmışlar, hayranlıklarını
ifade etmişlerdir. Çözülen fıkhi meseleler cinslerine göre kısımlara
(kitaplara), kısımlar da çeşitlerine göre bab ve fasıllara ayrılmıştır. Başta
taharet bahsiyle ibadetler, münakehat, muamelat, hudud (had cezaları), ukubat,
sulh, cihad ve devletler hukuku, feraiz, yani miras hukuku olmak üzere
sıralanarak fıkıh düzenlenmiştir.
Böylece imam-ı a’zam, fıkıh ilmini ilk defa kollara ayırıp her branşın
bilgilerini ayrı ayrı toplamış, usuller koymuş, Feraiz ve Şurut kitaplarını
yazmıştır. Ayrıca Eshab-ı kiramın, Peygamber efendimizden naklen bildirdiği
iman, itikad bilgilerini de toplayıp yüzlerce talebesine bildirdi. İlmi Kelam,
yani iman bilgileri mütehassısları yetiştirdi. İmam-ı Matüridi ondan gelen
kelam bilgilerini kitaplara yazdı. Yetiştirdiği talebelerin sayısı dört bine
ulaşmış olup, bunlardan yedi yüz otuzu ilimde iyice yükselmiş, içlerinden kırk
kadarı ictihad derecesine çıkmıştır. Bazı müellifler onun derslerinde yetişen
talebelerinin isim ve künyelerini, mensup oldukları şehirlerini tespit edip,
yazmışlardır.
İmam-ı a’zam ticaretle de uğraşırdı. Talebelerinin ihtiyaçlarını kendi
kazancından karşılardı. Talebelerine son derece şefkatli davranır, onların
ilimde iyi yetişmeleri için büyük titizlik gösterirdi. Talebelerini o kadar
mükemmel yetiştirmişti ki, başkalarının uzun zamanda buldukları hükümleri onlar
kısa zamanda bulurdu. Onun ders usulünü ve talebelerini görmek için gelen,
aralarında Tabiinin büyüklerinin de bulunduğu ilmi bir heyet onların bu
üstünlüğünü, başarısını görerek büyük bir memnuniyetle ayrılmışlardır.
Talebelerine; “Sizler benim kalbimin sevinci, hüznümün tesellisisiniz”
buyururdu.
Otuz yıllık müddet içinde verdiği derslerinde yetişen talebelerinin herbiri o
zaman çok genişlemiş olan İslam dünyasının her tarafına yayılarak müftilik,
müderrislik, kadılık gibi çeşitli vazifelerle büyük hizmetler yapmak suretiyle
Peygamber efendimizin bildirdiği yol olan Ehl-i sünnet itikadını ve fıkıh
ilmini her tarafa yaydılar ve bu hususta kıymetli kitaplar yazdılar. İnsanlara
doğru yolu gösterip saadete kavuşturdular. Bu hizmeti kendilerinden sonraki
asırlara da aksettirdiler.
Başta gelen talebeleri; İmam-ı Ebu Yusuf ismiyle meşhur Yakub bin İbrahim,
Muhammed Şeybani, Züfer bin Hüzeyl, Hasan bin Ziyad, oğlu Hammad, Davud-i Tai,
Esad bin Amr, Afiyat bin Yezid el-Advi, Kasım bin Ma’an, Ali bin Müshir, Hibban
bin Ali gibi âlimlerdir.
İmam-ı a’zam hazretleri, fıkhı; Leh ve aleyhte olanı bilmek, tanımakdiye
tarif etmiştir. Bu tarife göre fıkhı tespit etmek için, Edille-i şeriyyeye
başvururdu. Bunlar Kitap, yani Kur’an-ı kerim, Sünnet (Peygamber efendimizin
sözleri, fiilleri ve takrirleri), İcma-ı Ümmet (Eshab-ı kiramın bir mesele
hakkındaki sözbirliği) ve Kıyas-ı Fukaha (hükmü verilmiş meselelere benzeterek
bir başka meseleyi hükme bağlamak)dır.
İmam-ı a’zam herhangi bir fıkıh mevzuunun işlenmesi veya fetvasının takrir
edilmesi, yahut da cevabı bulunmak üzere mevzu (konu) edildiğinde, sırasıyla bu
dört kaynağa baş vururdu. Önce Kur’an-ı kerime bakar, hükmü aranan meselenin
işaret yoluyla, iktiza yoluyla, ibare yoluyla veya delalet yoluyla cevabı varsa
meseleyi ona göre çözerdi. Meselenin halli için Kur’an-ı kerimde delil
bulunmazsa Sünnete, burada da bulamazsa İcma-ı Ümmete bakardı. Bu kaynaklarda
bulursa meseleyi çözerdi, hükmünü bildirirdi. Şayet sırasıyla bu üç kaynakta
bulamazsa, o zaman Kıyasa başvurur ve meseleyi çözerdi.
İşte imam-ı a’zam Ebu Hanife; en mükemmel usullerle yaptığı uzun çalışmaları ve
ictihadı neticesinde çözdüğü ve tedvin ettiği fıkıh (hukuk) bilgileri ile
Müslümanların ibadetlerinde ve diğer işlerinde İslamiyet’e doğru bir şekilde
uymak için takip edecekleri bir yolu gösterdi ve bu yola “Hanefi Mezhebi”
denildi.
İmam-ı Şafii şöyle buyurmuştur:
“Bütün Müslümanlar imam-ı a’zamın ev halkı, çoluk çocuğu gibidir.” (Yani, bir adam
çoluk çocuğunun nafakasını kazandığı gibi imam-ı a’zam da insanların işlerinde
muhtaç oldukları din bilgilerini meydana çıkarmayı kendi üzerine almış, herkesi
kolaylığa ve rahata kavuşturup güç bir işten kurtarmıştır.)
Ömrü boyunca sapıklarla da mücadele etti
İmam-ı a’zam, ömrü boyunca, insanları, imandan ayırmaya çalışan ve
kendilerine “Dehriyyun” denilen dinsizlerle ve sapık fırkalarla mücadele etti.
Bunların başında ibni Sebeciler, Hariciler ve Mürcie, Mutezile, Cebriyye gibi
fırkalar gelmekteydi. Bu fırkaların her biri ile yaptığı münazaralarda onları
kesin delillerle susturuyordu. Hatta ders verdiği sırada bile, ellerinde
kılıçlarıyla yanına girip münazara edenler, aldıkları ikna edici cevaplar
karşısında, ya doğru yola giriyorlar veya verecek cevap bulamayınca perişan bir
halde çekip gidiyorlardı.
İmam-ı a’zam, Allahü teâlânın rızasından başka bir düşüncesi olmayan büyük bir
âlimdi. Dinden soranlara İslamiyet’i dosdoğru şekliyle bildirir, taviz vermez,
bu yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. Onun kitaplarına, ders halkasına ve
fetvalarına herhangi bir siyasi düşünce ve güç, nefsani arzu ve menfaat, şahsi
dostluk ve düşmanlık gibi unsurlar asla girmemiştir.
Lüzumsuz şeylerle asla uğraşmazdı. Ancak kendisi gibi büyük İslam âlimlerinde
görülen heybet, vakar ve ahlak-ı hamide (yüksek İslam ahlakı) ile her halükârda
insanların kurtuluşu için çırpınırdı. Muarızlarına bile sabır, güler yüz,
tatlılık ve sükunetle davranır, asla heyecan ve telaşa kapılmazdı. Keskin ve
derin bir firaset sahibiydi. Bu haliyle insanların içlerinde gizledikleri
şeylere nüfuz eder ve olayların sonuçlarını sezerdi.
Ayrıca kuvvetli şahsiyeti, keskin zekası, üstün aklı, engin ilmi, heybeti,
geniş muhakemesi, muhabbeti ve cazibesi ile karşılaştığı herkese tesir eder,
gönüllerini cezbederdi. Karşısına çıkan ve uzun tetkik gerektiren bazı
meseleleri, derin bir mütalaadan sonra, böyle olmayanları ise anında ve olayın
açık misalleriyle cevaplandırırdı. En inatçı ve peşin hükümlü muarızlarını
bile, en kolay bir yoldan cevaplandırarak ikna ederdi. Bu hususta hayret verici
sayısız menkıbeleri meşhurdur. Aşağıda bunlardan birkaçını bildireceğiz.
Hasılı imam-ı a’zam Ebu Hanife, İslamiyet’in, Müslümanlardan doğru bir itikad
(Ehl-i sünnet itikadı), doğru bir amel ve güzel bir ahlak istediğini bildirmiş,
ömrü boyunca bu kurtuluş yolunu anlatmıştır. Vefatından sonra da yetiştirdiği
talebeleri ve kitapları asırlar boyunca gelen bütün Müslümanlara ışık tutmuş ve
rehber olmuştur.
İmam-ı a’zam, İslam dinine yaptığı bütün bu hizmetleriyle İslamiyet’i iman,
amel ve ahlak esasları olarak bir bütün halinde insanlara yeniden duyurmuş,
şüphesi ve bozuk bir düşüncesi olanlara cevaplar vermiş, Müslümanları çeşitli
fitneler ve propagandalarla zaafa düşürmek, parçalamak ve böylece İslam dinini
yıkabilmek ümidine kapılanları hüsrana uğratmış, önce itikadda birlik ve
beraberliği sağlamış; ibadetlerde, günlük işlerde Allahü teâlânın rızasına
uygun bir hareket tarzının esaslarını ve şeklini tespit etmiştir. Böylece,
ikinci hicri asrın müceddidi (dinin yeniden yayıcısı) unvanını almıştır.
Buhari ve Müslim’deki bir hadis-i şerifte; “İman, Süreyya yıldızına
çıksa, Faris oğullarından biri elbette alıp getirir” buyuruldu. İslam
âlimleri, bu hadis-i şerifin imam-ı a’zam hakkında olduğunu bildirmiştir. Yine
Buhari ve Müslim’de bildirilen bir hadis-i şerifte; “İnsanların en
hayırlısı, benim asrımda bulunan Müslümanlardır (yani Eshab-ı
kiramdır). Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir(yani
Tabiindir). Onlardan sonra da onlardan sonra gelenlerdir(yani
Tebe-i tabiindir)” buyuruldu. İmam-ı a’zam da, bu hadis-i şerifle
müjdelenen Tabiinden ve onların da en üstünlerinden biridir. Hayrat-ul-Hisan,
Mevduat-ül-Ulum ve Dürr-ül-Muhtar da yazılı olan hadis-i şeriflerde buyuruldu
ki:
(Âdem (aleyhisselam) benimle öğündüğü gibi ben de ümmetimden
bir kimse ile öğünürüm. İsmi Numan, künyesi Ebu Hanife’dir. O, ümmetimin
ışığıdır.)
(Peygamberler benimle öğündükleri gibi ben de Ebu Hanife ile öğünüyorum. Onu
seven beni sevmiş olur. Onu sevmeyen beni sevmemiş olur.)
(Ümmetimden biri, İslamiyeti canlandırır. Bid’atleri öldürür. Adı Numan bin
Sabit’tir.)
(Her asırda ümmetimden yükselenler olacaktır. Ebu Hanife zamanının en
yükseğidir.)
Hazret-i Ali de; “Size bu Kufe şehrinde bulunan, Ebu Hanife adında birini haber
vereyim. Onun kalbi ilim ve hikmet ile dolu olacaktır. Ahir zamanda, birçok
kimse, onun kıymetini bilmeyerek helak olacaktır” buyurdu.
İmam-ı a’zamın zamanında ve sonraki asırlarda yaşayan İslam âlimleri hep onu
methetmişler, büyüklüğünü bildirmişlerdir.
Abdullah ibni Mübarek anlatır:
İmam-ı a’zam Ebu Hanife, imam-ı Malik’in yanına geldiğinde imam-ı Malik ayağa
kalkıp ona hürmet gösterdi. O gittikten sonra yanındakilere: “Bu zatı tanıyor
musunuz? Bu zat, Ebu Hanife Numan bin Sabit’tir. Eğer şu ağaç direk altındır
dese, ispat eder” dedi.
Veki' der ki:
“Allahü teâlâya yemin ederim ki, Hazret-i İmam çok emin idi. Yine Allahü
teâlâya yemin ederim ki Allahü teâlâ onun kalbine azamet ve celaleti ile
tecelli eylemişti, Allahü teâlânın rızasını her şeye tercih ederdi.”
Ebu Ahvas der ki :
“Eğer kendisine üç güne kadar öleceği bildirilse, yapmakta olduğu amelden,
ibadetten daha fazlasını yapması imkansızdı, çünkü her zaman yapılabilecek
ibadetin çoğunu yapardı.”
Bekir İbni Maruf der ki:
“Bu ümmetin içinde sireti, Ebu Hanife'den güzel olan bir kimse görmedim.”
(Siret, ahlak ve kalb güzelliği demektir.)
Hasen İbni Salih der ki:
“Ebu Hanife, kuvvetli vera sahibi ve haramlardan çok uzak idi. Şüpheli olur
diye, helallerin fazlasından kaçınırdı. Kendini ve ilmini koruma hususunda daha
kuvvetli âlim görmedim. Vefatına kadar ömrü mücadele ile geçti.”
Yezid ibni Harun der ki:
“Bin âlimin huzurunda bulunup hepsinden ilim topladım. Bunların içinde, vera
sahibi ve dilini çok koruyan Ebu Hanife’den başkasını görmedim.”
Hafas der ki:
“Otuz sene Ebu Hanifenin sohbetinde bulundum. Aleni yapmadığı bir şeyi, gizli
de yaptığını görmedim. Şüphelendiği bir şey, malının hepsi bile olsa yanında
saklamaz, elinden çıkarırdı.”
Harun Reşid, Ebu Yusuf'a Hazret-i İmamın ahlakını sordu. Ebu Yusuf şöyle
anlattı:
(Haramdan nefret eder, çok sakınırdı. Dinde bilmediği şeyi söylemezdi. Allahü
teâlâya itaat ve ibadet etmeyi ve Ona isyan etmemeyi çok severdi. Dünyayı
sevenlerden, dünyaya düşkün olanlardan uzak idi. Az konuşur, çok düşünürdü.
Eğer bir soru sorulsa ve cevabını bilse, söyler ve daima doğruyu söylerdi. Eğer
bunun gayrısı bir mesele olsa, hak üzere kıyas edip, ona tâbi olur, bunda
dinini çok kayırırdı. İlim ve malını Allah yolunda dağıtırdı. İnsanlardan hiç
kimseye ihtiyacı yoktu, O yalnız Allahü teâlânın rahmetine kavuşmayı ve
rızasını kazanmayı düşünürdü. Hiç kimseye tamah etmez. Gıybet etmekten çok uzak
idi. Bir kimseyi hayırdan, iyilikten başka şey ile anmazdı.)
Harun Reşid, bunları dinledikten sonra dedi ki: (Bu saydıkların salihlerin,
evliyanın ahlakıdır.)
Hafız Muhammed ibni Meymun der ki:
“Ebu Hanife’nin zamanında ondan arif ve fakih yoktu. Yemin ederim ki, onun
mübarek ağzından bir söz duymaya yüz bin dinar (altın) veririm.”
İbni Üyeyne;
“Onun eşini ve benzerini gözüm görmedi, fıkıh bilgisi Kufe’de Ebu Hanife’nin
talebesindedir” demiştir.
Davud-i Tai’nin yanında Ebu Hanife hazretlerinden konuşuldu. Buyurdu ki: “O bir
yıldızdır. Karanlıkta kalanlar onunla yol bulur, hidayete kavuşur.”
Hafız Abdülaziz ibni Revvad der ki:
“Ebu Hanife’yi seven, Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebindedir. Ona buğz eden,
kötüleyen bid’at sahibidir. Ebu Hanife bizimle insanlar arasında miyardır
(ölçüdür). Onu sevenin, ona yüzünü dönenin Ehl-i sünnet olduğunu; buğz edenin
bid’at sahibi olduğunu anlarız.”
İbrahim bin Muaviye-i Darir der ki:
“Ebu Hanife’yi sevmek sünnetin tamamındandır. Ebu Hanife adaleti gözetir,
insafla konuşur, ilmin yollarını insanlara beyan eder ve herkesin müşkillerini
çözerdi.”
Hakikate varmış evliyanın büyüklerinden Sehl bin Abdullah Tüsteri;
“Eğer Musa ve İsa aleyhimesselamın kavimlerinde Ebu Hanife hazretleri gibi
âlimler bulunsaydı, bunlar doğru yoldan ayrılıp, dinlerini bozmazlardı”
buyurdu.
İmam-ı Şafii; “Ben imam-ı a’zam Ebu Hanife’den daha büyük fıkıh âlimi bilmem.
Fıkıh öğrenmek isteyen onun talebesinin ilim meclisinde otursun, onlara hizmet
etsin” buyurdu.
İmam Ahmed ibni Hanbel; “İmam-ı a’zam, vera (haramlara düşme korkusuyla
şüphelilerden sakınan) ve zühd (dünyaya düşkün olmayan), îsâr (cömertlik)
sahibiydi. Ahirete olan arzusunun çokluğunu kimse anlayacak derecede değildi”
buyurdu.
İmam-ı Malik’e; “İmam-ı a’zamdan bahsederken onu diğerlerinden daha çok
methediyorsunuz?” dediklerinde; “Evet öyledir. Çünkü, insanlara ilmi ile
faydalı olmakta, onun derecesi diğerleri ile mukayese edilemez. Bunun için ismi
geçince, insanlar ona dua etsinler, diye hep methederim” buyurdu.
İmam-ı Gazali; “İmam-ı a’zam Ebu Hanife çok ibadet ederdi. Kuvvetli zühd
sahibiydi. Marifeti tam bir arif idi. Takva sahibi olup, Allahü teâlâdan çok
korkardı. Daima Allahü teâlânın rızasında bulunmayı isterdi” buyurdu.
Yahya bin Muaz-ı Razi anlatır:
Peygamber efendimizi rüyada gördüm ve; “Ya Resulallah, seni nerede arayayım?”
dedim. Cevabında; “Beni, Ebu Hanife’nin ilminde ara”buyurdu.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurur ki:
“İmam-ı a’zam, abdestin edeplerinden bir edebi terk ettiği için kırk senelik
namazını kaza etmiştir. Ebu Hanife takva sahibi, sünnete uymakta ictihad ve
istinbatta (şer’i delillerden hüküm çıkarmakta) öyle bir dereceye kavuşmuştur
ki, diğerleri bunu anlamaktan acizdirler. İmam-ı a’zam, hadis-i şerifleri ve
Eshab-ı kiramın sözünü kendi reyine (ictihadına tercih) ederdi.”
İmam-ı Rabbani hazretleri Mebde ve Mead risalesinde de şöyle buyurur:
“Derecesinin yüksekliğini ve kıymetini anlatmaktan aciz olduğumuz o büyük
imamın şânından ne yazayım! Müctehidlerin en vera sahibiydi. En müttekisi
(Allah’tan korkarak haramdan çok sakınanı) o idi. Şafii’den de, Malik’ten de,
İbni Hanbel’den de her bakımdan üstündü.”
Yine İmam-ı Rabbani ve Muhammed Parisa hazretleri buyurdular ki:
“İsa aleyhisselam gibi ülülazm bir Peygamber gökten inip İslam diniyle amel
edince ve ictihad buyurunca, ictihadı imam-ı a’zamın ictihadına uygun
olacaktır. Bu da imam-ı a’zamın büyüklüğünü, ictihadının doğruluğunu gösteren
en büyük şahittir.”
Feridüddin-i Attar hazretleri imam-ı a’zamı şöyle anlatır;
“İslamiyetin ve milletin ışığı, din ve devletin mumu, hakikatler menbaı, manevi
cevherler ve ince bilgiler denizi, ârif, âlim, sofi, cihanın imamı, methi bütün
dillerde dolaşan, her milletin makbulü olanı ben nasıl anlatabilirim? Onun
riyazet ve mücahedeleri, onun halvet ve müşahedelerinin sonu yoktur. Firasette,
siyasette, akıllılıkta ve zekilikte bir tane idi. Mürüvvet ve fütüvvette bir
hilkat garibesi idi. Cihanın kerimi, zamanın en cömerdi, devrinin efdali ve
vaktinin en âlimi idi. En yüksek derece ve eşsiz mertebede idi. Hazret-i
İmamı-ı Ebu Hanife Kufi'nin şemaili, vasıfları Tevrat' ta, yazılı idi.”
(Riyazet nefsin istediklerini yapmamaktır, Mücahede ise
nefsin istemediklerini yapmaktır.)
Son asrın, zahir ve batın (kalb) ilimlerinde kâmil, dört mezhebin fıkıh
bilgilerinde mahir, büyük âlim Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyurdu
ki:
“İmam-ı a’zam, imam-ı Yusuf ve imam-ı Muhammed de, Seyyid Abdülkadir Geylani
gibi büyük evliya idiler. Fakat âlimler kendi aralarında iş bölümü
yapmışlardır. Yani herbiri zamanında neyi bildirmek icap ettiyse onu
bildirmişlerdir. İmam-ı a’zam zamanında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için
hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf hususunda pek konuşmadı. Yoksa Ebu Hanife
nübüvvet ve vilayet yollarının kendisinde toplandığı, Cafer-i Sadık
hazretlerinin huzurunda iki sene bulunup öyle feyz, nur ve varidat-ı ilahiyyeye
kavuşmuştur ki, bu büyük istifadesini; “O iki sene olmasaydı, Numan helak
olurdu!” sözü ile anlatabildiler. Silsile-i aliyyenin en büyük halkasından olan
Cafer-i Sadık’tan tasavvufu alıp, vilayetin (evliyalığın) en son makamına
kavuşmuştur. Çünkü Ebu Hanife, Peygamber efendimizin vârisidir. Hadis-i
şerifte; “Âlimler Peygamberlerin vârisleridir” buyuruldu.
Vâris, her hususta veraset sahibi olduğundan, zahiri ve bâtıni ilimlerde
Peygamber efendimizin vârisi olmuş olur. O halde her iki ilimde de kemaldeydi.”
İslam âlimleri, imam-ı a’zamı bir ağacın gövdesine, diğer âlim ve evliyayı da
bu ağacın dallarına benzetmişler, Onun her bakımdan büyük ve üstün olduğunu,
diğerlerinin ise bir veya birkaç bakımdan büyük kemalata (olgunluklara,
üstünlüklere) erdiklerini belirtmişlerdir.
İslam dünyasında ilimleri ilk defa tedvin ve tasnif eden odur. Din bilgilerini
kelam, fıkıh, tefsir, hadis, vs. isimleri altında ayırarak bu ilimlere ait
kaideleri tespit etti. Böylece Onun asrında zuhur eden eski Yunan felsefesine
ait kitapların tercüme edilmesiyle birlikte, bu kitaplarda yazılı bozuk
sözlerin, fikirlerin din bilgileri arasına karıştırılmasını ve İslam dinine
bid’atlerin sokulması tehlikesini bertaraf etti. İmam-ı a’zamdan önce
İslamiyet’in ilk yıllarında ilimlerin tasnifi yolunda herhangi bir çalışmaya
ihtiyaç duyulmamıştır. Çünkü ilk asırlarda yaşayan salih ve temiz Müslümanların
ilimleri başta din bilgileri olmak üzere son derece berrak ve mükemmeldi.
İlk yıllarda ilimlerin kağıda geçirilmiş bir tasnif tablosu bulunmamakla
beraber, İslam âlimlerinin sözlerinde, eserlerinde ve Müslümanların günlük
hayatlarında kendiliğinden vücut bulmuş ve yaşanmakta olan bir ehemmiyet sırası
vardı. En mühim olan iman (itikad), ibadet ve ahlak bilgileriydi. Bu bilgilere
Yunan felsefesi, Hristiyanlık, Yahudilik, Hint inançları, Mecusilik ve benzeri
bozuk yolların İslamiyet’i içten yıkmak isteyen art niyetli kimseler veya din
bilgisi az olanlar tarafından karıştırılmak tehlikesi baş gösterince, yüksek
din bilgilerini tasnif ederek kitaplara geçirmek bir mecburiyet halini aldı.
İmam-ı a’zam hazretleri bu çok mühim vazifeyi mükemmel bir şekilde yerine
getirerek, o asırda tartışmaları yapılan ve din bilgisi az olan Müslümanlar
arasında yayılmasına çalışılan Rafizi, Mutezile, Mücessime, Cebriyye, Kaderiyye
ve benzeri gibi sapık fırkaların bozukluklarını göstererek, hem onlara cevaplar
vermiş ve hem de kendisinden sonraki asırlarda gelen Müslümanların İslamiyet’i
her bakımdan doğru, berrak haliyle öğrenmelerini ve böylece inanmalarını temin
etmiştir. İyi düşünüldüğünde bütün insanlığın dünya ve ahiret saadetini
doğrudan doğruya ilgilendirdiği açıkça görülen bu çok mühim hizmet, imam-ı
a’zamın zamanında ve daha sonra yetişen mezhep imamları, İslam âlimleri,
evliyanın büyükleri tarafından da tazim ve şükranla yâd edilmiş, bu büyük imam,
“Ehl-i sünnetin reisi”, “İmam-ı a’zam” (en büyük imam) adıyla anılmıştır.
(Radıyallahü teâlâ anh)
Takvası ve menkıbeleri
Onu Hazret-i Ebu Bekir’e benzetirlerdi
İmam-ı a’zam ticaret yapardı. Onun kanaatkârlığı, cömertliği, emanete
riayeti ve takvası ticaret muamelelerinde de daima kendini göstermiştir.
Tacirler ona hayret ederler ve ticarette onu Hazret-i Ebu Bekir’e benzetirlerdi.
Ticareti ortakları ile beraber yapar ve her yıl kazancının dört bin dirhemden
fazlasını fakirlere dağıtır, âlimlerin, muhaddislerin, talebelerinin bütün
ihtiyaçlarını karşılar ve ayrıca onlara para dağıtarak, tevazu ile şöyle
buyururdu: “Bunları ihtiyacınız olan yere sarf edin ve Allahü teâlâya hamd
edin. Çünkü verdiğim bu mal hakikatte benim değildir, sizin nasibiniz olarak
Allahü teâlânın ihsan ve kereminden benim elimden size gönderdiğidir.” Böylece
ilim ehlini, maddi bakımdan başkalarına minnettar bırakmaz, rahat çalışmalarını
temin ederdi. Kendi evine de bol harcar, evine harcettiği kadar da fakirlere
sadaka verirdi. Zenginlere de hediyeler verirdi. Her Cuma günü anasının,
babasının ruhu için fakirlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Meclisine devam edenlerden
birinin elbisesini çok eski gördü. İnsanlar dağılıncaya kadar oturmasını
söyledi. Kalabalık dağılınca o kimseye; “Şu seccadenin altındakileri al,
kendine güzel bir elbise yaptır” buyurdu. Orada bin akçe vardı.
Buyurdu ki :
“Kırk seneden fazla oluyor ki, dört bin akçeye malikim. Bundan fazla param
olunca, dağıtırım. Daha fazla para bulundurmayışımın sebebi, Hazret-i Ali’nin
şu sözüdür: (Dört bin ve ondan aşağı akçe nafakadır.) Eğer
halife ve valilere müracaat etmek ve onlardan bir şey istemek korkusu olmasa,
bir akçe bile yanımda bulundurmazdım.”
İmam-ı a’zam bir gün yolda giderken onu gören bir adam, yüzünü ondan saklayıp
başka bir yola saptı. Hemen o adamı çağırıp; “Neden yolunu değiştirdin?” diye
sordu. Adam cevabında; “Size on bin akçe borcum var. Uzun zaman oldu ödeyemedim
ve çok sıkıldım, utandım” dedi. İmam-ı a’zam; “Sübhanallah, ben o parayı sana
hediye etmiştim. Beni görüp sıkıldığın ve utandığın için hakkını helal et!”
dedi.
Bir defasında ortağına, sattığı mallar içinde kusurlu bir elbise olduğunu
söyleyip, bunu satarken özrünü göstermesini tembih etti. Fakat ortağı bu
elbiseyi satarken elbisenin kusurunu söylemeyi unuttu. Satın alan kimseyi de
tanımıyordu. İmam-ı a’zam bunu öğrenince o mallardan alınan doksan bin akçeyi
sadaka olarak dağıttı.
Müşteri fakir veya ahbabından olursa onlardan kâr almaz, malı aldığı fiyata
verirdi. Bir defasında ihtiyar bir kadın gelip, ben fakirim, bana şu elbiseyi
maliyeti fiyatına sat, dedi. Dört dirhem ver, onu al, deyince, bu elbisenin
maliyetinin daha fazla olduğunu tahmin eden kadın; (Ben ihtiyar bir
kadıncağızım. Yoksa benimle böyle alay mı ediyorsun?) dedi. (Hayır, bunda alay
yok) dedi ve elbiseyi ihtiyar kadına dört dirheme verdi.
Bir malı satın alırken de, satarken de insanların hakkına riayet ederdi. Biri
ona satmak üzere bir elbise getirdi. Fiyatını sordu. O da yüz akçe istediğini
söyleyince, imam-ı a’zam bunun değeri yüz akçeden daha fazladır, dedi. Satan
kişi yüzer yüzer arttırarak dört yüze çıktı. Hayır, daha fazla eder, buyurup,
bu işten anlayan bir tüccara, fiyat takdir ettirdi ve o elbiseyi beş yüz akçeye
satın aldı.
Yedi sene koyun eti yemedi!
Kufe şehrinin köylerini haydutlar basıp koyunları çalmışlardı. İmam-ı a’zam
bu çalınan koyunlar şehre getirilip satılır düşüncesiyle, “koyunun en fazla
yedi sene yaşadığını” bildiği için, yedi sene koyun eti yemedi. Geceleri namaz
kılar, ağlamasını ve inlemesini yakınları işitirdi. Esed bin Amr der ki: “Ebu
Hanife'nin ağlamasını geceleri komşular duyar ve ona acırlardı.”
Allahü teâlâ dinini onunla kuvvetlendirir
İmam-ı a’zam, bir gece rüyasında Peygamber efendimizin kabrini açmış, mübarek
bedenine sıkıca sarılmıştı. Uyanınca bu fevkalade rüyasını Tabiinin
büyüklerinden İbni Sirin’e gidip anlattı. İbni Sirin; “Bu rüyanın sahibi sen
değilsin, bunun sahibi Ebu Hanife olsa gerek” dedi. “Ebu Hanife benim!”
deyince, İbni Sirin; “Sırtını aç göreyim” dedi. Sırtını açınca iki omuzu
arasında bir “Ben” gördü ve; “Sen o kimsesin ki, Peygamber efendimiz senin
hakkında; (Benim ümmetim içinde, iki omuzu arasında bir “Ben” bulunan
biri gelir. Allahü teâlâ dinini onunla kuvvetlendirir, ihya eder) buyurdu”
dedi.
Âlimlerin kanı zehirlidir!
İmam-ı a’zam talebeleri arasında bulunduğu bir sırada vücudunu bir akrep soktu
ve yere düştü. Talebeleri bu akrebi öldürmek isteyince; “Onu öldürmeyiniz,
kendimi onunla tecrübe etmek istiyorum, bakalım haklarında hadis-i
şerifte, “Âlimlerin kanı zehirlidir” buyurulan âlimlere dahil
miyim?” dedi. Talebeleri akrebe baktılar, kıvrandı, büzüldü ve hemen öldü.
Sabah ezanına kadar
Bir gece yatsı namazını cemaatle kılıp çıkarken, bir ayağı kapının dışında,
bir ayağı daha mescitte iken bir konu üzerinde talebesi Züfer ile sabah ezanına
kadar konuşup diğer ayağını çıkarmadan sabah namazını kılmak için tekrar
mescide girdi.
Annemin emrine muhalefet etmem
İmam-ı a’zam, oğlu Hammad ile beraber teravih için Ömer bin Zerr’in
mescidine giderlerdi. Bu gittikleri mesafe yaklaşık 6 km idi. Bir defasında
imam-ı a’zamın annesi, bir meseleyi öğrenmek istedi ve oğluna dedi ki, “Git bu
meseleyi Ömer bin Zerr’e sor!” İmam-ı a’zam gidip bu meseleyi Ömer bin Zerr’e
sordu. Ömer; “Sen bu meseleyi benden daha iyi bilirsin” deyince, “Ben annemin
emrine muhalefet etmem” dedi. Ömer bin Zerr; “Bu meselenin cevabı nedir?” diye
sordu. İmam-ı a’zam meselenin cevabını söyleyince, Ömer bin Zerr de; “Öyle ise
git, annene böyle söylediğimi bildir” dedi.
O, burada fıstık yemesini öğreniyor
Ali bin Ca’de, Ebu Yusuf’un şöyle dediğini nakleder:
Babam öldüğü zaman ben küçüktüm. Annem sanat öğrenmem için beni bir terzinin
yanına verdi. Ben terziyi bırakıp imam-ı a’zamın ilim meclisine devam ettim.
Uzun bir zaman geçmişti. Annem hocama gelip; “Bu çocuğun senden başka üstadı
yok mudur? Ona kendim bakıyorum, o bir yetimdir” dedi. Hocam buyurdu ki: “Sen
onu kendi haline bırak! O, burada tereyağı, fıstık, badem ezmesi yemesini
öğreniyor.” Bunun üzerine annem dönüp gitti. Ben ise daima hocamın yanında
bulunur, hizmetinden ve meclisinden ayrılmazdım. Böylece Allahü teâlâ bana
ilimden çok şeyler nasip eyledi. Daha sonra bana kadılık vazifesi verdiler. Bir
gün Abbasi halifesi Harun Reşid ile sofrada oturuyordum. Sofraya tereyağı,
fıstık ve badem ezmesi getirdiler. Harun Reşid bana; “Bundan ye, her zaman bize
böyle yemek vermezler” dedi. Ben güldüm. “Niçin gülüyorsun?” dedi. Ben de
imam-ı a’zamla ilgili olan o hadiseyi anlattım. Harun Reşid bunun üzerine;
“Gerçekten ilim insanı yükseltir. İnsanların baş gözüyle göremediklerini o kalb
gözüyle görürdü” dedi ve hocama rahmetle dua etti.
Fetva vermeye kalkan bu kadarını nasıl bilmez!
Daha ilmini tamamlamamış talebelerinden biri, kendinde bir salahiyet görüp
bir meclis kurdu. Fıkıh öğretmeye başladı. Bu haber Hazret-i İmama gidince
huzurundakilerden birine bunun meclisine gidip ona şöyle söylemesini emretti:
“(Bir kimse elbisesini temizleyiciye verse, birkaç gün sonra gelip elbisesini
istese temizleyici inkâr etse, daha sonra tekrar gelip elbisesini istese
temizleyici de elbisesini temiz olarak ona verse ücret alabilir mi?” Eğer alır
derse hata ettin dersin. Ücret almaz derse yine hata ettin dersin.)
Bu zat meseleyi gidip o talebeye anlatıp soruyu sordu:
- Temizleyicinin ücret almaya hakkı var mı?
- Evet ücret alır.
- Hata ettin, öyle değildir.
- Hayır ücret alamaz.
- Yine hata ettin, öyle değildir.
Bunun üzerine, fetva vermeye kalkışan o talebe, Hazret-i İmamın huzuruna gitti.
Hazret-i İmam onun geldiğini görünce şöyle konuşmaya başladı :
- Seni buraya elbiseyi temizleme meselesi mi gönderdi?
- Evet...
- Sübhanallah, insanlara fetva vermeye kalkan ve Allahü teâlânın dininde söz
söylemek için kendisine meclis kuran kimse ücret bahsinden bu kadarını nasıl
bilmez?
- Bunun cevabı nasıldır?
- Eğer temizleyici elbiseyi gasp ettikten sonra temizlediyse ücret verilmez.
Çünkü kendisi için temizlemiş demektir. Yok gasp etmeden önce temizlemişse
ücret vermesi lazımdır. Çünkü onu sahibi için temizlemiştir.
Üç gümüş karışsa, ikisi kaybolsa
Abdullah İbni Mübarek Hazret-i İmama sordu :
- Bir kimsenin iki gümüşü, başka birinin bir gümüşü ile karışsa, sonra ikisini
kaybetse, hangileri olduğunu da bilmese ne yapması lazımdır?
- Kalan bir gümüş üçe taksim edilir. Üçte biri bir gümüşü olanın, üçte ikisi de
iki gümüşü olanındır.
Bize göre mi, size göre mi?
Bir rafizi Hazret-i İmama gelip şöyle bir soru sordu:
- İnsanların en kuvvetlisi kimdir?
- Bize göre Hazret-i Ali'dir, size göre ise Hazret-i Ebu Bekir’dir.
(Radıyallahü anhüma)
- Nasıl olur?
- Çünkü Hazret-i Ali hilafetin Ebu Bekri Sıddıkın hakkı olduğunu bildi, kabul
edip ona teslim eyledi. Size göre ise Ebu Bekri Sıddık Hazret-i Ali'den
hilafeti zorla aldı. Fakat Hazret-i Ali bir şey yapamadı.
Rafizi bu söz karşısında şaşırıp kaldı.
Eğer kıyas ederek söyleseydim
İmam-ı azamın hadislere önem vermeyip kıyasla amel ettiği söyleniyor. Bunda
asla doğruluk payı yoktur. Bu konudaki menkıbelerden biri şöyledir:
Hazret-i Ali'nin torunu Muhammed bin Hasan hazretleri, imam-ı azam hazretlerine
gelip dedi ki:
- Ceddimin Hadis-i şeriflerine kıyas ile muhalefet ettiğinizi duydum. Onun için
geldim.
- Bundan Allahü teâlâya sığınırım.
Sonra Hazret-i İmam dizleri üzerine oturup edeple sordu :
- Efendim, erkek mi zayıftır, kadın mı?
- Kadın, daha zayıf yaratılışlıdır.
- Dinimize göre kadının hissesi ne kadardır?
- Erkeğin yarısı kadardır.
- Bakın, eğer kıyas ile söyleseydim, bu hükmün tersini söylerdim. Kadın zayıf
olduğu için ona iki, erkeğe bir hisse verilmeli derdim. Sizin söylediğiniz gibi
bildirdiğime göre, bu durum, hadis-i şeriflere sıkı sıkıya bağlı olduğumu
göstermez mi?
- Evet hadis-i şerife aykırılık yok.
Hazret-i İmam tekrar sordu:
- Namaz mı efdaldir, oruç mu?
- Elbette namaz efdaldir.
- Eğer kıyas ederek söyleseydim, hayzlı kadına ramazan orucunu değil, namazını
kaza etmesini bildirirdim. Bu da hadis-i şeriflere bağlılığımı göstermez mi?
- Evet bunda da hadis-i şeriflere aykırılık yok.
- Size bir soru daha sorayım. İdrar mı necistir, meni mi?
- Elbette idrar necistir.
- Eğer kıyas ederek söyleseydim, meni çıkınca değil, idrar çıkınca gusletmeyi
söylerdim. Hadis-i şerife aykırı şey söylemekten Allahü teâlâya sığınırım. Ben
Peygamber aleyhisselamın sözlerine kıymet veriyorum, onları açıklıyorum, başka
bir şey yapmıyorum.
Bu konuşma üzerine Muhammed bin Hasan hazretleri, İmam-ı a'zam Ebu Hanife'nin
kendisine yanlış tanıtıldığını anlayarak kalkıp onun alnından öptü. Bu olayda
gösteriyor ki, âlimi ancak âlim anlar.
İmam-ı a'zam hazretlerinin her sözü, her işi, Kur'an-ı kerim ve hadis-i
şerifler ile idi. Bir kimse, dört mezhep imamının sözlerini, kıskanmadan ve
inat etmeden, insaf ile incelerse, her birinin, gökteki yıldızlar gibi
olduklarını görür.
İmam-ı a'zam hazretleri buyurdu ki:
Nass [yani âyet, hadis] olan yerde kıyas yapılmaz. Biz,
zaruret olmadıkça kıyas yapmayız. Bir sual karşısında kalınca, önce Kur'an-ı
kerimde ararız. Bulamazsak, hadis-i şeriflerde ararız. Yine bulamazsak, Eshab-ı
kiramın herhangi birinin sözlerinde ararız. Bu sualin cevabını bunlarda da bulamazsak,
kıyas yaparak cevabını buluruz.
İmam-ı a'zam hazretleri hiçbir yerde bulamadığı bir bilgi için, kendi kıyas
ettikten sonra, Hazret-i Ebu Bekrin sözünü işitirse, kendi reyini bırakıp, O
söze uygun cevap verirdi. Bütün Eshab-ı kiram için de böyle yapardı.
Numan’ın kölesi
Büyüklerden biri anlatır: Vasıt şehrinde faziletli bir zat vardı.
İsmi Numan'ın kölesi idi. Bu zatı bulup isminin niçin böyle
olduğunu sordum:
- Sen o yüksek imamın nasıl kölesi, azadlısı oldun?
- Annem bana hamile iken doğuma yakın ölmüş. Yıkayıcılar, annemi yıkarlarken
karnındaki çocuğun canlı olduğunu anlamışlar, durumu Hazret-i İmama
anlatmışlar, o da hemen karnını sol taraftan yarın, çocuğu çıkarın demiş.
Doktor, aynı yerden karnını yarıp beni çıkarmış. Bunun için onun azadlısıyım,
ona daima dua ederim.
İnsan büyük günah işlemekle kâfir olmaz
İmam-ı Ebu Yusuf anlatır:
Ebu Hanife hazretlerinin zamanında Harici mezhebinde olanlar çoktu. Harici
mezhebinde olanlar, [vehhabiler gibi] şöyle düşünürlerdi: (İnsan büyük
günah işlemekle kâfir olur.)
İslamiyet’te büyük tefrikaya sebep olan bu sözü Ebu Hanife hazretleri kabul
etmez, bir kimsenin günah işlemekle dinden çıkmayacağını, sadece haram işlemiş
olacağını, bunun ise azabı gerektireceğini, Ehl-i sünnet vel cemaat mezhebinin
böyle olduğunu bildirerek Haricilerin sözlerine karşı uyanık olunmasını
emrederdi.
Hariciler, Hazret-i İmamın, Harici mezhebinin bozuk olduğunu anlattığını
duyunca galeyana geldiler. İçlerinden kırk tane eşkıya şöyle bir karar
aldılar: (Ebu Hanife'ye gider, onunla konuşuruz, mezhebinden ve
sözlerinden dönerse ne ala, dönmezse başını gövdesinden ayırırız.)
Biz Hazret-i İmamın kalbleri ihya eden sözlerini dinliyorduk. Kılıçları
omuzlarında asılı bir sürü sapık izin almadan içeri girdi. Hazret-i İmamı
öldürmek istiyorlardı. Dediler ki:
- Sana iki sualimiz var, bize cevap ver. Bizim istediğimize uygun cevap
verirsen kurtulursun. Mezhebimize aykırı cevap verirsen kaçamazsın, seni burada
öldürürüz.
Hazret-i imam onların bu haline aldırmayıp buyurdu :
- İnsaf ile mi, yoksa isyan ve inat ile mi konuşacağız?
- Her işte insaflı olmak, doğru söze karşı kalblerin saf olması gerektir,
dediler.
- O halde kılıçlarınızı kınlarına sokunuz, böyle yalın kılıç durmanız insafla
bağdaşmaz.
Gelenler yine inat ve isyanla konuştular:
- Kılıçlar kınlarına girmez, kana boyanmak niyetiyle gelmiştir.
- Hasbünallah, soracaklarınızı sorun. Konuşalım.
- Bir kimse şarap içip sarhoş olarak ölse, bir kadın da zina edip doğurduğu
çocuğu öldürse, kendisi de nifas hali bitmeden ölse, bu iki facirin hallerinin
ne olduğunu, namazlarının kılınıp kılınmayacağını bize anlat.
- Önce siz insafla şu sorularıma cevap verin. Onlar yahudi, mecusi veya
hristiyan mıdır?
- Hiç biri değildir.
- Ya hangi dindendir?
- La ilahe illallah Muhammedün resulullah derler, Peygamber aleyhisselamın
Allahü teâlâdan getirdiklerini kabul ederlerdi, fakat bu büyük günaha düçar
oldular.
- Onların hallerini ve hasletlerini saydınız. Bu üç şey iman mıdır, küfür
müdür, insafla konuşup doğrusunu da siz söyleyin.
- Bu üç haslet imandır.
- Evet dediğiniz gibidir. Şimdi söyleyin bakalım, bu hasletler imanın nesidir,
yarısı mı, üçte biri mi veya hepsi midir?
- Bu üç şey imanın tamamıdır. İman ancak bunlara denir.
- Mademki imanlı olduklarına kendiniz şehadet ediyorsunuz, o halde onlardan ne
istiyorsunuz?
Hariciler kendi sözleriyle böylece mağlup oldular, hepsi de kılıçlarını
kınlarına koyup bozuk mezheplerini bırakıp ehli sünnet oldular.
Fatihasız namaz olmaz!
İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretlerinin, (Cemaatle namaz kılarken, imama
uyanlar, Fatiha ve zamm-ı sure okumaz) dediğini duyanlardan on kişi, Hazret-i
imamın huzuruna gelip derler ki:
- İmamın okumasını kâfi görüp, cemaate Kur’an okutmadığını işittik. Halbuki,
Fatihasız namaz olmaz. Elimizde bunu ispat eden kuvvetli deliller vardır.
Hakkın ortaya çıkması için tartışmaya geldik.
Hazret-i imam der ki:
- Ben bir kişi, siz on kişisiniz, hepinizle aynı anda nasıl tartışayım?
- Nasıl tartışmak istiyorsunuz?
- İçinizden en bilgili, âlim olanı seçin, onunla konuşayım. O, kendi ile
birlikte hepinizin adına konuşsun.
- Teklifiniz uygun...
- O beni yenerse, hepiniz beni yenmiş olacaksınız, ben onu yenersem, hepiniz
yenilmiş olacaksınız. Kabul mü?
- Peki kabul ettik.
- Tartışmayı ben kazandım.
- Nasıl olur, daha başlamadık bile...
- Siz, seçtiğiniz âlimin hepinizin adına konuşmasını kabul etmediniz mi?
- Evet...
- Ben de, sizin kabul ettiğinizi kabul ediyor, aynı şeyi söylüyorum. Herkesin
tâbi olduğu imam, kendi adına ve ona uyup, imam kabul edenler adına Kur’an-ı
kerim okur, cemaat okumaz. Siz nasıl bir kişiye güvenmişseniz ben de imama
güvendim. Anlaşamadığımız bir nokta kaldı mı?
- Evet anlaştık.
Oğlumun öğrendiğini az görme!
Oğlu Hammad, Fatiha suresini sonuna kadar öğrenince, Hazret-i İmam oğlunun
hocasına beş yüz akça hediye etti. [Başka bir rivayette bin gümüş hediye etti.]
Oğlunun hocası dedi ki:
- Ne yaptım ki bana bu kadar para gönderdi? Hazret-i İmam onun yanına gidip
buyurdu ki:
- Sana az hediye ettiğim için özür dilerim. Oğlumun öğrendiğini az görme!
Allahü teâlâya yemin ederim ki, yanımda bundan başka param olsaydı, Kur'an-ı
kerime tazim için hepsini sana verirdim.
Dua ile anmaktan başka
Hazret-i İmama sordular :
- Alkame mi efdaldir, yoksa Esved mi?
- Onları dua ve istigfar ile anmaktan başka hiç bir şeye kudretim yok ki,
hangisinin büyük olduğunu nasıl söyleyeyim?
Hocasına saygısı
İmam-ı a’zam hazretleri buyurdu ki:
(Aramızda yedi sokak olmasına rağmen Üstadım Hammad'ın evine doğru ayaklarımı
bir kere uzatmış değilim.)
Yine buyurdu ki:
(Üstadım Hammad vefat ettiğinden beri, her namazımda onun için, annem babam
için, kendilerinden ilim öğrendiklerim için, kendilerine ilim öğrettiklerim
için istigfar ettim. Hiç bir namazda unutmuş değilim.)
Kıymetli söz ve nasihatlerinden bazıları:
“Din ilminde konuşan kimse, Allahü teâlânın kendisine: «Benim
dinimde sen nasıl fetva verdin, nasıl söz söyledin?» sualini
sormayacağını zannediyorsa, kendisine ve dinine gevşeklik etmiş olur.”
“Şaşarım şu kimselere ki, zanla konuşurlar ve onunla amel ederler!”
“Dinin alışveriş kısmını bilmeyen, haram lokmadan kurtulamaz ve ibadetlerin
sevabını bulamaz. Zahmetleri boşa gider ve azaba yakalanır ve çok pişman olur.”
“Bir kimse fıkıh bilmez, fıkhın kıymetini ve fıkıh âlimlerinin değerini
bilmezse, böyle âlimlerle oturmak [kitaplarını okumak, fıkıh öğrenmek]
kendisine ağır gelir.”
“Günah işlemeyi zillet; günahı terk etmeyi mürüvvet gördüm ve bildim.”
“Bir kimsenin ilmi, kendisini Allahü teâlânın yasaklarından men etmiyorsa, o
kimse büyük tehlikededir.”
“Allahü teâlâ bize, insanların mümin olanlarını sevmemizi, onlara karşı saygı
beslememizi ve asla kırıcı olmamamızı, kalblerinde ne sakladıklarını
bilemiyeceğimizi, hareketlerimizi buna göre ayarlamamızı emretmiştir.”
“Allahü teâlâ, kendisine şükür ismini vermiştir. Çünkü Allahü teâlâ, iyiliği
mükafatlandırır. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.”
“Kulların birbirlerine karşı işledikleri suçlar, kendileri için bir zulümden
ibarettir.”
“İnsan, her şeye şifa veren tek varlığın Allahü teâlâ olduğuna inanır; bununla
beraber derdine deva olması için ilaç kullanır. Çünkü ilaç bir sebeptir.
Şifasını verecek olan ise Allahü teâlâdır.”
“Mümin, Allahü teâlâdan korktuğu kadar hiçbir şeyden korkmaz. Şiddetli bir
hastalığa yakalanır veya feci bir kaza veya belaya uğrarsa, gizli veya aşikâr;
“Ya Rabbi, bana bu belayı neden verdin?” diye şikayetçi olmaz. Bilakis
hastalığa, belaya ve kazaya rağmen Allahü teâlâyı zikir ve şükreder.”
“Mümin, Allahü teâlânın kendisini devamlı murakabe ettiğini bilir. Kimsenin
bulunmadığı bir yerde veya herkesin yanında olsun, mutlaka Allahü teâlânın onu
kontrol ettiğine inanır. Krallar ve sözde büyük adamlar ise, ne gizli ve ne de
aşikâr bir yerde herhangi bir şahsı murakabe edemezler.”
“Eshab-ı kiramdan bize gelen, bildirilen her şeyin başımızın üstünde yeri
vardır.”
Talebesi Yusuf bin Halid es-Semti bir vazifeye tayin edilip Basra’ya giderken
Hazret-i İmam ona şu vasiyetlerde bulunmuştur:
“Basra’ya vardığında halk seni karşılayacak, ziyaret ve tebrik edecek. Herkesin
değer ve yerini tanı, ileri gelenlere ikramda bulun, ilim sahiplerine hürmet
et, yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster, halka yaklaş, fâsıklardan uzaklaş,
iyilerle düşüp kalk, Sultanı küçümseme, hiçbir kimseyi hafife alma.
İnsanlığında kusur etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peyda
etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme, cimri ve alçak insanlarla ahbablık
kurma, kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme!
Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlar mescitte senin
etrafını sarıp aranızda bazı meseleler görüşülürse, yahut onlar bu meselelerde
senin bildiğinin hilafını iddia ederlerse onlara hemen muhalefet etme. Sana bir
şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver! Sonra bu meselede şu veya
bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü
açıklamalarını dinleyen halk, hem senin değerini, hem de başka türlü
düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana, bu görüş kimindir? diye sorarlarsa,
fakihlerin bir kısmınındır, de! Onlar, verdiğin cevabı benimserler ve onu
sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok
hürmet ederler.”
Seni ziyarete gelenlere ilimden bir şey öğret ki, bundan faydalansınlar ve
herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umumi şeyleri öğret, ince
meseleleri açma. Onlara güven ver, bazen onlarla şakalaş ve ahbablık kur. Zira
dostluk, ilme devamı sağlar. Bazen de onlara yemek ikram et. İhtiyaçlarını
temine çalış, değer ve itibarlarını iyi tanı, kusurlarını görme. Halka yumuşak
muamele et, müsamaha göster, hiçbir kimseye karşı bıkkınlık gösterme; onlardan
biri imişsin gibi davran.”
İmam-ı a’zam hazretlerinin bir talebesine yaptığı vasiyetlerden bazıları da
şöyledir:
“Konuşurken yüksek sesle konuşma. Hiç bir işinde acele etme, teenni ile hareket
et. Acele şeytandır.
Susmayı âdet edin. Her ayda birkaç gün oruç tut. Nefsini hesaba çek, ilmi
muhafaza et. Böylece amelinden iki cihanda faydalan. Dünya nimetine ve
sağlığına güvenme. Bu nimetlerin hepsinden sorguya çekileceksin. Sakın ölümü
hatırından çıkarma. Kur’an-ı kerim okumaya devam et.
Kötü kimseyi; kötülüğü ile anma, bir iyiliğini bul, onu söyle. Eğer kötülüğü
din hakkında ise, bid’at ise onu insanlara söyle ve ona uymaktan onları
koru.
Bid’at ehlinden uzak dur. Küfür ehli ile zaruretsiz konuşma, mümkünse onları
İslam’a davet et, değilse, onlarla görüşme [diyaloga girme]. Anneni, babanı,
üstadını hayır duadan unutma. Ezan okununca, hazır ol, herkesten önce mescide
gel.
Komşudan gördüğün ayıpları, emanet bil; sakla, kimsenin sırrını kimseye
söyleme. Seninle istişare edene doğruyu söyle. Cimrilikten sakın. Tamahkâr olan
mürüvvetsiz olur. Her işte mürüvveti gözet. İhtiyacın olsa da, kimseden bir şey
isteme. Dünya ehline rağbet etme. Kabirleri ziyaret et.
Yolda giderken sağına soluna bakma, önüne bak. Bahşiş verilen yerlerde
herkesten daha çok ver. Bir cemaat içinde iken, onlar teklif etmeden imam olma.
Kadınların, kızların, gençlerin toplandıkları yerlere gitme. Fısk, çalgı, müzik
ve diğer haram bulunan eğlence yerlerine girme.
İlim meclisinde sakın kızma. İnanılması zor olan hikayeleri anlatma. Bu
nasihatimizi, canı gönülden kabul et. Bunlarla dünya ve ahiretini süsle. Zira
bunlar senin ve herkesin iyiliği içindir. Bu yolda git ve herkese de tavsiye et
.”
Vefatı
İmam-ı a’zam bütün zorlamalara rağmen hükümet ve siyaset işlerine asla
karışmadı. İkinci Abbasi halifesi Ebu Cafer Mensur zalim idi. Bu yüzden İmam-ı
a’zamı hapsettirip işkence yaptırdı. Her gün vurulacak sopa adedini arttırdı.
Sopa adedi yüz olduğu gün, İmam yıkıldı. Yatarken ağzına zehir akıttılar, şehit
oldu.
Büyük âlimlerden Şu’beye vefat haberi ulaşınca; “İlim ışığı söndü, ebediyen
onun gibisini bulamazlar” dedi. Vefatından sonra çok kimseler onu rüyasında
görerek ve kabrini ziyaret ederek, onun şânının yüceliğini dile getiren şeyler
anlatmışlardır. İmam-ı Şafii buyurdu ki:
“Ebu Hanife ile teberrük ediyorum. Onun kabrini ziyaret edip faydalara
kavuşuyorum. Bir ihtiyacım olunca iki rekat namaz kılıp, Ebu Hanife’nin kabrine
gelerek onun yanında Allahü teâlâya dua ediyorum ve duam hemen kabul olup
isteklerime kavuşurum.”
“Yüz elli senesinde dünyanın ziyneti gider” hadis-i şerifinin,
imam-ı a’zam için olduğunu İslam âlimleri bildirmiştir. Çünkü o tarihte imam-ı
a’zam gibi bir büyük vefat etmemişti. Mezhebi, İslam âleminin büyük bir kısmına
yayıldı. Selçuklu Sultanı Melikşah’ın vezirlerinden Ebu Sa’d-i Harezmi imam-ı
a’zamın kabri üzerine mükemmel bir türbe ve çevresinde bir medrese yaptırdı.
Daha sonra Osmanlı padişahları bu türbeyi defalarca tamir ettirdi.
Eserleri:
İmam-ı a’zamın eserleri pek çok olup zamanımıza kadar ulaşmış olanları
başlıca on tanedir. Aslında akaid ve fıkıh ilimlerinde rivayet edilen bütün
meseleler onun eseridir.
1- Risale-i Redd-i Havaric ve Redd-i Kaderiyye: İmam-ı a’zamın usul-i
dinde ilk yazdığı eserdir.
2- El-Fıkh-ul-Ekber: Akaide dairdir. Bu eserin birçok şerhi yapılmış
olup, başlıcaları şunlardır: El-Kavlül-Fasl; Muhyiddin bin Behaeddin tarafından
yapılan şerhidir. Bu kitap Hakikat Kitabevi tarafından ofset yoluyla basılmıştır.
Pezdevi, Ebu’l Münteha ve imam-ı Matüridi tarafından yapılan şerhleri de
meşhurdur.
3- El-Fıkh-ül-Ebsat: İmam-ı a’zam bu eserinde istita’at (insan gücü)
hayır ve şer, kaza ve kader meselelerini açıklamaktadır.
4- Er-Risale li Osman Büsti: Eserde iman, küfür, irca ve va’id
meseleleri açıklanmıştır.
5- Kitab-ül-Âlim vel-Müteallim: Bu eserde muhtelif meseleler hakkında
Ehl-i sünnet itikadını bildirmek için tertiplenmiş soru ve cevaplar vardır.
6- Vasiyyet-i Nukirru: Eserde Ehl-i sünnet vel-cemaatin hususiyetleri
anlatılmakta, akaid ve farzların hudutları açıklanmaktadır. Bu vasiyetten başka
oğlu Hammad’a ve talebesi Ebu Yusuf’a yaptığı vasiyet olmak üzere on beş kadar
vasiyetnamesi vardır.
7- Kaside-i Numaniyye
8- El-Asl
9- El-Müsned-lil-İmam-ı a’zam Ebi Hanife
İmam-ı a’zam ve kadılık
Sual: (İmam-ı a’zam, Emevî zulmüne ortak olmamak için kadılık
yapmayacağını söyleyince, Emevî halifesi tarafından dövülerek öldürüldü)
deniyor. Bu yanlış değil mi?
CEVAP
Elbette yanlıştır. Ya cahillikten böyle söyleniyor veya kasten, Emevî
düşmanlığından dolayı böyle söyleniyor. İmam-ı a’zam hazretleri hicri 150,
miladi 767 tarihinde, zâlim olan ikinci Abbasî halifesi Ebu Cafer Mansur
tarafından Bağdat’ta dövülerek şehit edilmiştir. Emevîlerle bir ilgisi yoktur.
Kadılığın, zâlim Abbasî halifesine isyanla da ilgisi yoktur. İmam-ı a’zam
hazretlerine kadılık teklif edilince, (Ben kadılık yapamam) buyurdu.
(Yalan söylüyorsun) denilince de, (Eğer yalan söylüyorsam, yalancıdan
kadı olmaz. Doğru söylüyorsam, doğru söylediğim için kadılık yapamam diyorum) buyurdu.
Kabul etmemesi, devlete kadılık yapılmayacağı için değildi. Zühdü, takvası ve
veraı da, ilmi ve zekası gibi son derece çok olduğundan, kabul etmedi. İnsanlık
sebebiyle, kulların hakkını gözetmede kusur etmekten korktu. (Kamus-ül-alam)
İmam-ı a'zamın büyüklüğü
Sual: Ebu Hanife’nin, son haccında, Kâbe’ye girip, namaz kıldıktan
sonra, (Yâ Rabbi, Sana layık ibadet edemedim, ama senin akılla
anlaşılamayacağını anladım. Hizmetimdeki kusurumu, bu anlayışıma bağışla!) diye
dua ederken, o anda, (Ey Ebu Hanife! Sen beni iyi tanıdın ve bana güzel
hizmet ettin. Seni ve kıyamete kadar, senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri
af ve mağfiret ettim) diye ses işitildiği Mizan-ül-Kübra kitabında
yazılıdır. Burada, Cenab-ı Hak, (Sen beni iyi tanıdın, güzel hizmet ettin)
buyururken, (Sen anlaşılmazsın, sana layık ibadet edemedim) demekle Ebu
Hanife’nin yanıldığı yani yanlış söylediği anlaşılmıyor mu?
CEVAP
Hayır, öyle bir şey yoktur. İmam-ı a'zam hazretleri, ibadetteki ve Allah'ı
akılla tanımaktaki aczini bildiriyor. Cenab-ı Hak da, onu tasdik ediyor, (Evet,
bir kul Allah'a layık ibadet edemez ve Allah'ı akılla tanıyamazsa da, sen, bir
insanın yapabileceği her şeyi yaptın) buyuruyor.