"O akıl nerede ki, kemaline erişsin..."

03/10/2020 Cumartesi Köşe yazarı V.T

Kâdı Hamîdüddîn Nâgûrî, herkese iyilik ederdi. İnsanlara karşı çok merhametliydi.

 

Kâdı Hamîdüddîn Nâgûrî hazretleri evliyanın meşhurlarındandır. Asıl adı Muhammed Atâ’dır. Buhara'da doğdu. Medrese tahsilinden sonra Hindistan'a Nâgûr şehrine göç etti ve bu şehirde kadı oldu. Kutbüddin Bahtiyar Kâkî ve Ferîdüddin Genc-i Şeker'in sohbetlerine devam etti. Kutbüddin'den Çeştiyye icazeti aldı. 643 (m. 1246)’da Delhi'de vefat etti. Hocası Kutbüddîn Bahtiyar Kâkî hazretlerinin ayak ucuna defnedildi.

Herkese iyilik eden, vaktini, Allahü teâlânın kullarına O’nun dînini öğretmekle kıymetlendiren Kâdı Hamîdüddîn Nâgûrî, insanlarla iyi geçinir, herkese iyilik ederdi. İnsanlara karşı çok merhametliydi. Onları Cehennemde ebedî azap çekmekten kurtarmak için durmadan çalışırdı. Hakka olan aşkını dile getirdiği şiirleri dilden dile dolaşır, güzel eserleri her cemiyette okunur, istifâde edilirdi.

Feridüddîn Genc-i Şeker, huzûrunda kaside okunmasını emir buyurdu. Kasîde okuyacak kimse bulunamadı. Talebelerinden Bedreddîn’e emredip, Kâdı Hamîdüddîn Nâgûrî’nin gönderdiği mektupları getirmesini söyledi. Bedreddîn, mektup ve yazıları sakladığı çantayı getirip, önüne koydu. Eline gelen ilk mektubu Feridüddîn hazretlerine verdi. “Ayakta oku” buyurdu. O da mektûbu okumaya başladı. Mektupta şöyle diyordu:

“Fakîr, hakîr, zaîf, nahîf Muhammed Atâ ki, dervişlerin bendesi, baş ve gözüyle onların ayaklarının tozudur.”

Şeyh bu kadar dinleyince, kendine bir hâl ve zevk peyda oldu. Sonra bu mektupta bulunan şu rubaiyi okuttu:

O akıl nerede ki, kemaline erişsin,

O rûh nerededir ki, Celâline yetişsin,

Farz edelim ki, yüzünden perdeyi kaldırmışsın,

O göz nerededir ki, Cemâline erişsin.

Kâdı Hamîdüddîn hazretleri, zâhir ve batın ilimlerinde birçok talebe yetiştirdi. Kerâmetleri meşhûr oldu. Kıymetli eserler yazdı. “Tavâliüş-şümûs” adlı eserinde hakikât sırlarını anlattı... 

Tasavvuf ve hakîkatten nasîbi olan bir azîz, bu zaîf kula anlattı: Anadolu'daki hücrelerden birine girmiştim. Keskin görüşlü biri bana baktı ve hâlimden bir şeyler anlayıp, beni bir yere götürdü. Huşu üzere duran bir dervişin yanına vardık. Yanımdaki kimse, bana dönüp; “Bu azîz, oniki senedir Celâl’in müşâhedesindedir. Davet gelir diye ayakta hazır beklemektedir. Her seher vakti, aniden 'Hû' ismi, onun dilinden kulağımıza erişir. Hû ismini söyleyince, ağzından, yeni doğan güneş gibi bir nûr parlar” dedi.