"Ey îmân edenler, Allah'ı çok zikredin"
07/06/2024 Cuma Köşe yazarı V.T
Kalbin Allahü teâlâdan başkasına tutulmasının nifâk olduğu ifâde
edilmiştir...
Uşşâkî Selâhaddîn Efendi İstanbul velîlerindendir. 1705 (H.1117) senesinde Rumeli'deki Kesriye kasabasında doğdu. İstanbul'a gelerek tahsilini bitirdikten sonra Bâbıâlî'de katipliğe başladı. Vazifeli olarak Edirne'ye gittiğinde Cemâleddîn Uşâkî'yi ziyâret etti, ona talebe oldu. Bundan sonra hocasının hizmetinde bulunan Selâhaddîn Efendi, onunla birlikte İstanbul'a gitti. Yedi sene hocasına hizmet etti. Sonra hocası, kızını Selâhaddîn Efendiye verdi. Hocasının vefatından sonra Eyyûb'daki dergâhta talebe yetiştirdi. 1783 (H.1197) senesinde İstanbul’da vefât etti. Sohbetlerinde buyurdu ki:
“Allahü teâlâ, Ahzâb sûresi 41. âyet-i kerîmede meâlen; (Ey îmân
edenler, Allah'ı çok zikredin!) buyuruyor. Allahü teâlâ bir kuluna
iyilik murâd edip, onu iyi kullardan yazınca, onu, kalbiyle birlikte dil ile de
zikretmeye muvaffak eder. Onu, dil zikrinden kalb zikrine yükseltir. Hattâ dili
sussa, kalbi susmaz, zikre devâm eder. Kul, gizli nifâktan kaçınmadıkça buna
kavuşamaz. Resûl-i ekremin; (Ümmetimdeki münâfıkların çoğu, Kur'ân-ı kerîm
okuyanlardan olacaktır) hadîs-i şerîfi buna işârettir. Bununla, Allahü
teâlâdan başkasıyla olmanın, kalbin O'ndan başkasına tutulmasının nifâk
olduğunu ifâde buyurmuşlardır.
Kul, zâhirini büyültücü ve medhedici şeylerden sıyırır, bâtınını da kötü
düşünce ve huylardan temizleyip ayırırsa, zikir nûrunun kalbinde parlaması pek
yakın olur. Ondan şeytânî vesveseler, nefsânî şeyler, kuruntular kesilir,
kalbinde zikir nûru meydana gelir. Hattâ öyle olur ki, zikri, zikrolunanın
müşâhedesi ile olur. Bu, büyük bir derece, yüksek bir ihsân olup, buna
ulaşabilenler, el ve gönül sâhiplerinden yüksek himmetli olanlardır. Tevfik ve
yardım Allah'tandır."
Allahü teâlâ Âl-i İmrân sûresinin 164. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurdu
ki: “Allahü teâlâ müminlere lütuf ve ihsânda bulundu.
Çünkü, (vahiyden hiçbir şey duymamışlar iken) içlerinden, aralarından
onlara âyetlerimi okuyan, onları kötü itikâd ve huylardan temizleyen,
Kitabı (Kur’ân-ı kerîmi) ve Hikmeti (sünneti) öğreten bir peygamber gönderdi.
Hâlbuki onlar bundan önce apaçık bir sapıklık (cehâlet) içerisinde
idiler. Doğru yolu kaybetmişlerdi. Kör bir durumda idiler, iyiliği bilmezler,
kötülüğü kötü görmezlerdi. İşte onlar bu durumda iken peygamber göndermek
sûretiyle, onları doğru yola hidâyet etti, ulaştırdı.”