Dini emirlerde mantık aramak
Dini emirlerde mantık aramak
Sual: Bazı kimseler diyor ki:
(Domuz etini iyice kaynatınca bir zararı olmaz. Bir bardak bira, bir damla
şarap içmek, vücuda zarar vermediği için günah olmaz. Gusül ve abdest temizlik
içindir. Vücut kirlenmedikçe, gusletmek veya abdest almak mantıksızlıktır.
Namaz iyi bir jimnastiktir. Ama bugün modern jimnastik şekilleri vardır.
Kapanmaktan maksat da erkekleri tahrik etmemektir. Saçın görünmesi erkekleri
tahrik etmez. Kapanmasının hiçbir mantıki sebebi yoktur. Yakın akraba ile
evlenmek, çocukların sakat olma riskinden dolayı yasaklanmıştır.)
Bu konuda ne dersiniz?
CEVAP
Dinimizde bir şey haram ise, hikmetini, fayda veya zararını bilmesek de
onun haram olduğuna inanmak gerekir. Dinimizin bildirdiği şeylere akla uygun
olduğu, yahut tecrübe ile anlaşıldığı için inanmak iman olmaz. Çünkü bu, aklı,
tecrübeyi tasdik etmek demektir. Haramlarda muhakkak vücuda zarar veren bir şey
aranmamalıdır!
Bugün tıp, her ne kadar hastalık bulaştıran etin domuz eti olduğunu tespit
etmişse de, domuz etinde bulunan büyüme hormonunun kansere sebebiyet verdiği
açığa çıkmışsa da, domuz eti ile trişinoz hastalığı geçiyorsa da, domuz şeridi,
mide ve bağırsak yolu ile kana geçerek, göz, beyin gibi önemli organlarda ağır
hastalıklara sebebiyet veriyorsa da, domuz eti yiyenlerde, kıskançlık
hislerinin dumura uğradığı, namusunu kıskanmadığı ve daha başka zararları
tespit edilmişse de, yine de Mutlaka şu sebepten dolayı domuz haram
edilmiştir denilemez. Fakat hiç zararı tespit edilmese de,
dinimiz yasak ettiği için, domuz etini yemek haramdır. Besmelesiz kesilen kuzu
eti de haramdır. Demek ki, maksat, dinin emrine uymaktır.
Bir yudum şarabın, bir bardak biranın vücuda zararı olmayabilir. Bir damla
idrarın da zararı olmayabilir. Ama dinimiz bunların damlasını yasak etmiştir.
Gusül ve abdest mutlaka maddi kirlerin temizlenmesi için değildir. Öyle
olsaydı, su olmayınca toprakla yıkanmak, yani teyemmüm emredilmezdi. Halbuki
toprağa bulaştırmak temizlemediği gibi, üstelik elimizi de kirletir. Demek ki
gusül ve abdest, maddi temizlikten çok, manevi temizlik içindir. Hatta manevi
temizlik için de değil, sırf emre uymak içindir.
Evet guslün ve abdestin maddi temizliğe de faydası olur. Ama asıl gaye maddi
temizlik değildir. Modern jimnastik yapılsa namaz kılınmış sayılmaz. İyi olur
diye üç rekatlık bir namazı dört kılsak namaz sahih olmaz. Demek ki, maksat,
daha iyi hareket yapmak, daha çok namaz kılmak değil, dinin emrine uymaktır.
Kadınların kapanmasında, erkeklerin tahrik olma şartı yok. Hiç kimse olmasa da,
dinimiz, namaz kılarken kapan diyor. Hiç kimse olmasa da evde, açık dolaşma
diyor. Bunların erkekleri tahrikle bir ilgisi yok. Tahrik için olsaydı, cariye
denilen kadınların başları, kolları, bacaklarının açık gezmesine, o kıyafetle
namaz kılmasına dinimiz izin vermezdi. Gaye tahrik olsaydı, bir erkek, ana,
bacı, kardeş çocuğu, süt kardeş, hala ve teyzenin saç, kol ve bacakları açık
yanlarında oturamazdı. Oturmasına izin verildiğine göre, demek kapanma emrinin
mutlaka tahrik ile ilgisi yoktur. Tahrik, belki birçok sebepten biri olabilir.
Demek ki gaye, tahrikle hiç ilgili değildir. Esas gaye, söz
dinlemektir. Saçı açmanın insanlara bir zararı yok, saçı kapatmanın
mantığı, söz dinlemektir.
Bir erkek, kız kardeşi ile evlense çocukları mutlaka sakat olur diye bir şey
yok. Yabancı ile evlilikte de aynı hastalıklar olabiliyor. Hazret-i Âdem
zamanında kız kardeşle evlenmek Allahü teâlânın emri idi. Eğer mutlaka çocuklar
sakat olsaydı, o zaman Allahü teâlâ bunu emretmezdi. Eğer maksat, çocukların
sakatlığı olsa idi, 20 yaşındaki bir gencin, artık doğurmaları mümkün değil
diyerek, menopoz dönemine giren halası ile, teyzesi ile evlenmesinde sakınca
görülmez, süt kardeşle evlenmesi yasaklanmazdı.
Bununla beraber, dinimizin emrinde mutlaka faydalar, yasaklanmasında da
zararlar vardır. Bir emirde hiç fayda, bir yasakta hiçbir zarar görülmese de,
bunlara riayet etmek gerekir.
Hüküm koyma yetkisi
Sual: Ateist diyor ki:
(Namazın nasıl kılınacağını, orucun nasıl tutulacağını ve benzeri emir ve
yasakları Allah değil, insanlar belirlemelidir. Mesela namaz kılarken herkesin
ayak bastığı yere alnı koymamalı, sandalye veya koltuk üzerine oturup, ayak
ayak üstüne atarak ve çağdaş jimnastik hareketleri yaparak namaz kılmalı; oruç
tutarken de, ihtiyaç hissedince, bir şey yiyip içilmeli. Domuz, şarap gibi
şeyler de sağlığa zararlı olmayacak şekilde tüketilmeli. Altını ve ipeği de
erkekler, kadınlar gibi kullanmalıdır.)
Bunlar yanlış değil midir?
CEVAP
Elbette yanlış, hem de çok yanlıştır. Dinimizde bir şey haram ise,
hikmetini bilmesek de onun haram olduğuna inanmak gerekir. Muhammed aleyhisselamın
Peygamber olarak bildirdiği şeylere, akla uygun olduğu, yahut tecrübe ile
anlaşıldığı için inanmak iman olmaz. Çünkü bu, aklı tasdik etmek demektir.
[Resulullaha inanmak demek, Onun bildirdiklerinin tamamını kabul etmek, inanmak
ve hepsini beğenmek demektir.] Haramlarda muhakkak vücuda zarar veren bir şey
aranmamalıdır! Mesela Besmelesiz kesilen kuzu etini yemek haramdır. (Kuzu eti
Besmelesiz kesildi diye niye yenmez?) demeye hiç kimsenin yetkisi yoktur.
Allah’a inanan kimse, Onun emrine uymak zorundadır.
Hükümleri beğenmemek
Dinde hüküm koyma yetkisi Allah’ındır. Allah’ın koyduğu hükme karşı
gelinmez. Bu, Allah’ın koyduğu hükmü beğenmemek olur. Allah’ın koyduğu
hükümleri beğenmeyen kimse ise kâfirdir.
Bugün tıp, insana en çok zarar veren ve hastalık bulaştıran etin domuz eti
olduğunu tespit etmiştir. Zaman geçip fen ilerledikçe, domuzun daha başka
zararları da tespit edilse, yine de (Mutlaka bu veya şu sebepten dolayı domuz
haram edilmiştir) denilemez. Fakat hiç zararı tespit edilmese de, kuzu eti gibi
leziz olsa da, dinimiz yasak ettiği için, domuz etini yemek haramdır.
Alkollü içkiler de böyledir. Onları içmenin hiçbir zararı olmasa da, dinimiz
haram ettiği için içmemek gerekir.
Erkeğe ipek ve altın kullanmanın haram edilmesi de böyledir. Bunların hiçbir
zararı olmasa da, Allah’a inanan bir Müslüman, Onun emir ve yasaklarına riayet
eder.
Allahü teâlâ, isyan edenle itaat edenin belli olması için (Domuz eti yemeyin,
içki içmeyin) gibi bazı yasaklar koydu. Bu imtihanı kazanmaları için Allahü
teâlâ kurtuluş yolunu da göstermiştir. Öyle bir imtihan yapıyor ki, soru ve
cevapların hepsi bellidir. (Şunları yapan imtihanı kaybeder, şunları yapan
kazanır) buyurulmuştur. İmtihanı kaybedenleri de Cennete koyabilirdi. Fakat
mülk Onun olduğu için, iman etmeyenlere Cennetini haram kılmıştır. Hiç kimseyi
de gücünün yetmeyeceği işlerle mükellef kılmamıştır. Herkese akıl ve imkan
vermiş, yapacağı işlerde serbest bırakmıştır. Artık insanlar için hiçbir bahane
kalmamıştır. (Mektubat-ı Rabbani, Hadika, Berika)
Haram zararlıdır
Sual: Bir şey zararlı olduğu için mi haram edilmiştir, yoksa haram
edildiği için mi zararlıdır?
CEVAP
Bu hususta Ehl-i sünnetin iki büyük imamı olan İmam-ı Eşari ile İmam-ı
Matüridi hazretlerinin görünüşte farklı iki ayrı kavilleri var ise de, aralarındaki
ayrılık lafızda olup esasta birdir. Her ikisi de, Allahü teâlânın haram
kıldığı, yasak ettiği her şeyin kötü ve zararlı olduğunu bildirmişlerdir. Bu
hususta âlimler arasında ihtilaf yoktur. Mesela domuz eti zararlı olduğu için
haram kılınmıştır. Haram kılındığı için de zararlı ve kötüdür.
Allahü teâlânın gönderdiği eski dinlerde, bazı şeyleri yemek haram iken
dinimizde helal kılınmış, eski dinlerde helal olan, bazı şeyler de dinimizde
haram kılınmıştır. Fakat bunda da bazı hikmetler bulunmaktadır. Bu hikmetler
bildirilmemiştir. İnsanoğlu her şeyin hikmetini anlamaktan aciz kalmaktadır.
İlahi hikmetler
Dinimiz, sayısız varlıkların yaratılış hikmetini açıkça bildirmemiştir.
Allahü teâlânın yarattıklarındaki hikmetlere bakıp, gerekli ibreti almayı
emrettiği için insanoğlu gücü nispetinde ibret almaya gayret etmelidir!
Her varlığın yaratılışında, her emir ve yasakta nice hikmetler vardır. Ölçüsüz
konuşan bazı kimseler (Bunun hikmeti şudur) diyerek kestirip atıyorlar.
Halbuki, (Sayısız hikmetinden biri de şu olabilir) dense belki daha az hata
edilmiş olur. Meşhur ölçüsüzlerden biri (Domuz etinin yasaklanmasındaki hikmet,
içinde trişin isimli kurtların bulunmasıdır) demişti. Münkirler ise, (Haram
olmasındaki sebep, trişin ise, öldürülmesi mümkün) diyerek kafasına göre
haramlığını kaldırıyordu. Eğer, (Domuz etinin haram edilişindeki hikmetlerden
biri de trişin) denseydi, münkirin itirazına da sebep olmazdı. Besmelesiz
kesilen kuzu eti de haramdır. İnsanoğlu, emir ve yasaklardaki hikmetlerden
kaçını anlayabilir? O halde insan, akıllara hayret ve durgunluk veren sayısız
hikmetlere bakıp acizliğini idrak etmelidir! Allah’a iman eden, Onun emir ve
yasaklarına riayet ederse, huzura kavuşur.
Yeşile, maviye, denize bakmak göz sıhhati için faydalıdır. Gökteki yıldızların,
gezegenlerin hepsinin hikmetleri vardır. Bu gezegenler yollarından azıcık
saparsa birbirlerine çarpıp paramparça olurlar.
Yerin içinde maden hazinesi saklıdır. Çeşitli madenler, kömür, petrol, soğuk ve
sıcak sular, maden suları, kaplıca suları... Yerin içinde daha neler gizlidir.
Yeryüzündekilerin hangi birini sayabiliriz. İnsanoğlunun istifadesine verilen
çeşitli bitkiler, sebzeler, meyveler, hayvanlar bulunur.
Bütün bunları yerli yerince dilediği gibi yaratan eşsiz hikmet sahibi Allahü
teâlâya hamd olsun. Bunlar Onun varlığının apaçık delilleridir.
Bilmediğimiz birçok hikmetlerin yanında bildiğimiz hikmetler çok azdır. Güneş
ışığında çeşitli ışınlar vardır. Işık olmasaydı gözlerden istifade mümkün
olabilir miydi? Renkler nasıl ayırt edilebilirdi? Güneş olmasaydı, gece ile
gündüz olmaz, her yer karanlık olurdu. Güneş, şimdiki yerinden dünyaya çok
yakın olsaydı, fazla sıcaktan dünyada hiçbir canlı yaşayamazdı. Güneş dünyaya
uzak olsaydı, soğuktan yine dünyada hayat olmazdı. Güneşi böyle dünyaya en
uygun uzaklıkta yaratan Allahü teâlânın şânı ne yücedir.
Ayın hikmetlerinden biri, kameri takviminin hesap edilmesine yaramasıdır. Bazı
geceler ay ışığından da istifade edilir. Med-cezir hadisesi, ayın çekim
kuvvetinden ileri gelir. Eğer Ay, dünyaya çok yakın olsaydı, med olayı olunca,
denizlerdeki sular kabarıp dünyayı su altında bırakırdı. Ayı zararsız, ama
faydalı bir uzaklıkta yaratan Rabbimizin şânı çok yücedir. Muntazamdır, cümle
efalin senin, Akıl ermez, hikmetine kimsenin.
Dini aklı ile ölçen kadar zararlı kimse yoktur
Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki:
Nakil yolu ile anlaşılan, yani Peygamberlerin söyledikleri şeyleri, akıl ile
araştırmaya uğraşmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak
için zorlamaya benzer. Yokuşa doğru at, kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya
yıkılıp canı çıkar, yahut, alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa sola ve
geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harap olur. Akıl da, yürüyemediği,
anlayamadığı ahiret bilgilerini çözmeye zorlanırsa, ya yıkılıp insan aklını
kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeye kalkışarak,
yanılır, aldanır ve herkesi aldatır. Akıl, his kuvveti ile anlaşılabilen veya
hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile
ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmaya yarayan, bir miyardır, bir alettir.
Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara eremeyeceğinden, şaşırıp kalır. O
halde, Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan
başka çare yoktur.
Peygamberlere tâbi olmak, aklın gösterdiği bir lüzumdur ve aklın istediği ve beğendiği
bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla
danışmaya kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında
bilinmeyen yerlerde, pervasızca yürümeye ve engin denizde, acemi kaptanın,
pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdaba düşebilirler.
Nitekim, felsefeciler ve tecrübeleri hayalleri ile izaha kakışan maddeciler,
akılları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok
hakikatleri meydana çıkarırken, bir taraftan da, insanların seadet-i ebediyyeye
kavuşmalarına mani olmuşlardır. Tecrübelerin dışına taşmayan akıl sahipleri, bu
acıklı hâli, her zaman görmüş ve bildirmiştir.
İslamiyet’te aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan bir şey yoktur.
Ahiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibadet
şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak,
bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzum kalmazdı. İnsanlar,
dünya ve ahiret saadetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ,
hâşâ Peygamberleri boş yere ve lüzumsuz göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, ahiret
bilgilerini bulamayacağı, çözemeyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda
dünyanın her tarafına, Peygamber göndermiş ve en son ve kıyamete kadar değiştirmemek
üzere ve bütün dünyaya, Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselamı göndermiştir.
Bütün Peygamberler, akıl ile bulunacak dünya işlerine dokunmayıp, yalnız
bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmayı emir ve teşvik buyurmuş,
kendileri dünya işlerinden herbirinin, insanları ebedi saadete ve felakete
nasıl sürükleyebileceklerini anlatmış ve Allahü teâlânın beğendiği ve
beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmişlerdir.
Allahü teâlâ, insanı yaratınca, ona hakkı batıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan
ayırabilmesi için aklı verdi. Akıl bir ölçü aletidir. Allahü teâlâya ait
bilgilerde ölçü olmaz. Mahluklara ait bilgilerde ölçü olur. Akıl, insandan
insana değiştiği için, bazı insanlar mahluklara ait bilgilerde isabet ettiği
halde, bazıları yanılabilir. Acaba insan, bir yol gösterici, bir kılavuz
olmadan aklı ile Allah’ın bildirdiği doğru yolu bulabilir miydi? Tarih
incelenirse, insanların kendi başlarına gittiklerinde, hep yanlış yollara
saptıkları görülür.
İnsan, kendini yaratan büyük kudret sahibinin var olduğunu, aklı sayesinde
düşündü. Fakat, ona giden yolu bulamadı. Bunu önce etrafında aradı. Kendine en
büyük faydası olan güneşi, yaratıcı sandı ve ona tapmaya başladı. Sonra büyük
tabiat güçlerini, fırtınayı, ateşi, denizi, yanardağları gördükçe, bunları
yaratıcının yardımcıları sandı. Her biri için bir suret, simge yapmaya kalktı.
Bundan da putlar doğdu. Bunların gazabından korkarak kurbanlar kesti. Her yeni
olayla, o olayı simgeleyen putların miktarı da arttı. İslamiyet başladığı
zaman, Kâbe’de 360 put vardı. Bugün bile güneşe, ateşe tapanlar vardır.
Rehbersiz karanlıkta doğru yol bulunamaz.
Akıl, göz gibidir, din bilgileri de ışık gibidir. Gözümüz, maddeleri, cisimleri
karanlıkta göremez. Allahü teâlâ, görme aletimizden faydalanmamız için, güneşi,
ışığı yaratmıştır. Güneşin ve çeşitli ışık kaynaklarının nuru olmasaydı,
gözümüz işe yaramazdı. Tehlikeli cisimlerden, zararlı yerlerden kaçamaz,
faydalı şeyleri bulamazdık. Evet, gözünü açmayan veya gözü bozuk olan, güneşten
faydalanamaz. Fakat, bunların güneşe kabahat bulmaya hakları olmaz.
Akıl da, yalnız başına maneviyatı, faydalı-zararlı şeyleri anlayamaz. Allahü
teâlâ, akıldan faydalanmak için, Peygamberleri, dinin ışığını yarattı.
Peygamberler, dünya ve ahirette rahat etmek yolunu bildirmeseydi, akılla
bulunmazdı. Tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdık. İslamiyet’e uymayan veya
aklı az olan, Peygamberlerden faydalanamaz. Zararlardan kurtulamaz.
Peygamberlere tâbi olmak, aklın istediği ve beğendiği bir yoldur.
Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmaya
kalkışmak, akla aykırı bir iş olur.
Akıl çok şeyi anlar. Fakat her şeyi anlayamaz. Anlaması da kusursuz, tam
değildir. Çok şeyleri, Peygamberler bildirdikten sonra anlamaktadır. Akıl,
dünya işlerinde bile çok kere yanılmaktadır. Böyle olduğunu bilmeyen yoktur.
Din bilgilerini, böyle bir akıl ile tartmaya kalkışmak doğru olamaz. Din
bilgilerini akıl ile inceleyip, akla uygun olup olmamasına kalkışmak, aklın hiç
yanılmaz olduğuna güvenmek olur ve Peygamberlik makamına inanmamak olur. Dinin
temeli, Peygambere inanmaktır. Akıl, bu temel bilgiyi kabul edince, Peygamberin
bildirdiklerinin hepsini kabul etmiş olur.
Allahü teâlâ, aklımızdan istifade edebilmemiz için Peygamberler ve kitaplar
gönderdiğine göre, artık bunlara inanmamak için bir mazeret ileri sürülemez.
Bugün Kur’an-ı kerimin büyük bir mucize olduğunu Batılı bilginler bile itiraf
etmektedir. Ayrıca tecrübi ilimlerle de ispat edilmiştir. Bir kelimesi değişse,
insan sözü karıştığı ehlince kolay anlaşılır. Allahü teâlâyı kabul edip de,
emir ve yasaklarını kabul etmemek akla uygun değildir. Güneşe inanıp da, ışık
ve ısısına inanmamak, doğuma inanıp da ölüme inanmamak gibi abestir.
Akıl herkeste eşit değildir. En yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce
derece vardır. Her işte ve hele dini işlerde akla güvenilemez. Din işleri, akıl
üzerine kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. Herkesin aklı, birbirine
uymadığı gibi, selim olmayan akıl, bazen doğruyu bulur, bazen de yanılır ve
yanılması daha çok olur. En akıllı denilen kimse, mütehassıs olduğu dünya
işlerinde bile, çok hata eder. Hele ahiret bilgilerinde akla nasıl
güvenilebilir?
İnsanların şekil ve ahlakları gibi, akıl ve ilimleri de, farklıdır. Birinin
aklına uygun gelen bir şey, başkasının aklına uygun gelmeyebilir.O halde, din
işlerinde, akıl, tam bir ölçü olamaz. Ancak, akıl ile din birlikte, tam ve
doğru bir vesika ve ölçü olur.
Selim olmayan akıl, bir gerçeği kabul etmezse, bunun ne kıymeti vardır? Selim
olan akıl, din hükümlerinin hepsinin pek yerinde ve doğru olduğunu açıkça
görür.
Bid’at fırkalarından mutezileye göre aklın yolu birdir. Akıl, herkeste eşittir.
Akıl şaşmaz bir hüccettir. Akıl ile Allah’ın varlığını bilme mecburiyeti olduğu
gibi, haram ve helal olan şeyleri de akıl ile bilme mecburiyeti vardır.
Halbuki, haram, helal ancak nakil ile anlaşılır. Ehl-i sünnete göre edille-i
şeriyye dörttür: Bunlar; Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas-ı fukahadır. Şia’da
dördüncüsü akıldır. Ehl-i sünnette ise akıl, edille-i şeriyyeden değildir.
Her ne kadar akıl, iyiyi kötüden ayıran bir kuvvet ise de, her işte ölçü olmaz.
Allahü teâlâya ait bilgilerde akıl senet olmaz. Akıl, kendi başına dinin emir
ve yasaklarını bilseydi, Peygamberlere, âlimlere lüzum kalmazdı.
İbni Sakka isimli bir âlim, akla çok önem verirdi. Her şeyi akılla ispata
kalkardı. Allah’ın varlığını, birliğini 99 delil ile ispat eder ve hep bu konu
üzerinde çalışırdı. Zamanla aklının almadığı konular da çıktı, şüpheleri arttı,
bocalamaya başladı. Yusuf-i Hemedani hazretlerine bir şey sordu. O da (Otur,
senin sözünden küfür kokusu geliyor) buyurdu. İstanbul’a elçi olarak gidince,
hristiyan oldu. Hristiyan olduktan sonra da, 100 delil ile Allah’ın 3 olduğunu
ispata kalkıştı. (Fetâvâ-yı hadisiyye)
Dinimizin bildirdiği iman, acaba doğru mu diye tahkik edilmez yani
araştırılmaz. İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği
şeyleri, tahkik etmeden, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına
bakmadan, tasdiktir. Akla uygun olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik etmek
olur, Resulü tasdik etmek olmaz. Yahut Resulü ve aklı birlikte tasdik etmek
olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz.
Allahü teâlâ, (Onlar gayba iman ederler) buyurdu. (Bekara
4) Resulü de, (Dini aklı ile ölçen kadar zararlı kimse yoktur) buyurdu. (Taberani)
Allahü teâlânın Peygamberler göndermesi, bütün mahluklara rahmet ve ihsandır.
Allahü teâlâ, kendi varlığını ve sıfatlarını, bizim gibi aciz insanlara, bu
büyük Peygamberleri ile haber verdi. Beğendiği şeyleri, beğenmediklerinden
bunlar vasıtası ile ayırdı. İnsanlara dünya ve ahirette faydalı şeyleri
zararlılarından, bunların aracılığı ile ayırt etti. Eğer Peygamberler
gönderilmeseydi, akıl, Allah’ın varlığını anlayamaz, Onun büyüklüğünü
kavrayamazdı. Nitekim, kendilerini akıllı sanan eski Yunan filozofları, Allahü
teâlânın varlığını anlayamadılar. Yaratanı inkâr ettiler. Kısa akılları her
şeyi zaman yapıyor sandı. Nemrud’un, Hazret-i İbrahim ile çekişmesi Kur’an-ı
kerimde bildirilmektedir. Firavun da "Benden başka tanrınız yoktur"
demiş ve Hazret-i Musa’yı "Benden başka tanrıya inanırsan, seni
hapsederim" diye korkutmak istemişti. Demek ki, insanların kısa akılları,
bu en büyük nimeti anlayamaz. Bir Peygamber olmadıkça, bu sonsuz saadete
kavuşamaz.
Eski Yunan felsefecileri, "Akıl hiç şaşmaz, her şeyin doğrusunu
anlar" diyor, aklın her şeye erdiğini sanıyorlar. Aklın eremediği şeyleri
de, akıl ile çözmeye kalkışıyorlar. Halbuki akıl, dünya bilgilerinde bile
yanılıyor. Ahiret bilgilerini ise, hiç anlayamıyor.
Akıl, duygu organları ile anlaşılamayan şeyleri bulabildiği gibi, aklın
eremediği şeyler de Peygamberlerin bildirmeleri ile anlaşılır. Akıl, his
organlarının üstünde olduğu gibi, Peygamberlik de, akıl kuvvetlerinin
üstündedir. Akıl kuvvetlerinin varamadığı şeyler, Peygamberlerin bildirmeleri
ile öğrenilir.
Peygamberlerin haber verdikleri, Allahü teâlânın üstün sıfatlarının var olduğu,
Peygamber gönderdiği, meleklerin günahsız olduğu, öldükten sonra herkesin
dirileceği, Cennette sonsuz nimetler ve Cehennemde azaplar bulunduğu ve
İslamiyet’in bildirdiği daha nice şeyler, akıl ile anlaşılamaz. Bunlar,
Peygamberlerden işitilmedikçe, insanların kısa akılları ile bulunamaz.
[Lise, üniversite dersleri, matematik, madde, fen bilgileri, elbette
faydalıdır. Bunlar, aklı kendi sınırı içinde yanılmaktan korur. Dünyada
insanların rahat yaşamalarını sağlayan yeni şeyler bulunmasına yararlar. Dünya
işlerinde, akıl ile bulunabilecek şeylerde bu bilgilerden istifade edilir.
Bunların yardımı ile televizyon, elektronik beyin, radyo, sesten hızlı uçak,
nükleer denizaltıları ve casus peykler ve Ay yolculuğu gibi nice başarılı
şeyler bulunabilir.
Bunlar, İslamiyet’e karşı değil, İslamiyet ile beraber olan ve imanı
kuvvetlendiren şeylerdir. Çünkü İslamiyet, aklın sınırı içinde olan bütün
bilgilerde fenne uygundur. Akıl, bu bilgilerin doğrusunu bulabildiği için,
İslamiyet’e uygun olur. Müslümanların bunları da öğrenmesi, istifade etmesi
gerekir.]
Fen bilgilerinden dünya işlerinde faydalanıp da, ahiret bilgilerini anlamakta
bunlardan faydalanamamak, hatta bunları öğrenince, kendini beğenip, aklına
uyup, ahiret bilgilerini de akıl ile çözmeye kalkışarak dinden çıkmak, insanlar
için yüzkarasıdır. Bütün fen bilgileri, aklın erdiği şeylerde işe yaramaktadır.
Ebedi saadete ve felakete sebep olacak işleri, bu bilgilere dayamak ve ahiret
işlerini bu bilgilerle çözmeye kalkışmak doğru olmaz. Bu en mühim işler aklın
ve fen bilgilerinin sınırı dışındadır. Bu en lüzumlu bilgileri, Peygamberlerden
öğrenmeyip, yalnız dünya bilgileriyle çözmeye uğraşmak, lüzumsuz vakit geçirmek
olur. Çünkü o bilgiler, aklın ermediği işlerde faydalı olamaz, bunlar ancak
Peygamberlerin bildirmeleri ile anlaşılabilir.
İslam bilgileri fen ve din bilgileri olmak üzere ikiye ayrılır. Din bilgileri,
yalnız nakil ile anlaşılır. bunların kaynağı, Kur’an-ı kerim ile hadis-i
şeriflerdir.
His organları ile anlaşılan şeylerin bir sınırı vardır. bunun dışında olan
bilgiler his organları ile anlaşılamaz veya yanlış anlaşılır.
Bundan başka, insanların hissetme kuvvetleri çok yerde hayvanlardan daha
zayıftır. His organlarımız ile anlayamadığımız şeyleri, akıl ile bulur,
anlarız. Bunun gibi aklın da bir anlayış sınırı vardır. Bu sınırın dışında olan
bilgileri, akıl bulamaz ve anlayamaz. Akıl, erişemediği şeyleri anlamaya
kalkışırsa yanılır, aldanır. Böyle bilgilerde akla güvenilemez. Mesela, Allahü
teâlânın sıfatları, Cennet ve Cehennemde olan şeyler, ibadetlerin nasıl
yapılacağı ve din bilgilerinin çoğu böyledir. Akıl bunlara eremez. Bu
bilgilerde akıl ile nakil çatışırsa, nakle uyulur, aklın yanıldığı anlaşılır.
Kur’an-ı kerimde dört şey bildirilmektedir: İman, ahkam, kıssalar ve haberler.
İmanda, inanılması gereken bilgilerde hiç değişiklik olamaz. Her Peygamberin,
her ümmetin inanışı hep birdi. İnanışları arasında insanlar tarafından bozulmadan
önce hiç ayrılık yoktu.
İkincisi olan ahkam, Allah’ın emirleri ve yasaklarıdır. Yapılması ve
sakınılması emredilen ahkamda değişiklik olabilir. Fakat, bu değişikliği yalnız
Allahü teâlâ yapmış ve Peygamberleri ile değiştirmiştir. Kıssalar, geçmiş insanların,
ümmetlerin hallerini, yaşayışlarını anlatmak demektir.
Haberler, geçmişte olmuş ve gelecekte olacak şeyler demektir. Mesela, kıyamet
alametleri, Cennette akarsuların bulunduğu haber verilmiştir. Kıssalar ve
haberlerde değişiklik olmaz. Din bilgileri arasında birbirleri ile çatışır gibi
olanları görülürse, bunlar yine akla uydurulmaz. Birbirlerine uydurulmaya
çalışılır.
Bunlar arasında, birkaç türlü anlaşılabilen bilgiyi, açıkça bildirilmiş olan
başka bilgi ile çatışmayacak şekilde anlamalıdır. Burada akla düşen vazife,
böyle bilgileri, açıkça anlaşılabilene uygun anlamaktır.
İslam ilimlerinin ikincisi olan fen bilgileri, his organları ile ve bunlara
yardımcı aletlerle gözetleyerek, inceleyerek, hesap ederek ve deneyerek
anlaşılır. Hepsi akıl ve zeka ile yapılır.
Hepsinde aklın bulduğuna güvenilir. Nakil ile fen bilgisinde çatışma olduğu
zaman, akla uyulur. Yani nakil, akla uygun olarak açıklanır.
Akıl mütevati midir, yoksa müşekkik midir? Mütevati, bir cins içinde bulunan
fertlerin hepsinde eşit miktarda bulunan sıfat demektir. En yüksek insan ile en
aşağı insan, insan olmakta eşittir. Âlim ile cahilin insan olması
aynıdır.
Müşekkik, bir cins içindeki fertlerin hepsinde eşit miktarda bulunmayan
sıfattır. İlim sıfatı böyledir. Mesela bir âlim ile bir cahilin ilmi eşit
değildir. Akıl da insan gibi mütevati değil, ilim gibi müşekkiktir. Yani
fertler arasında eşit olarak bulunmaz. En yüksek akıl ile en aşağı akıl
arasında binlerce dereceleri vardır. Şu halde "Aklın yolu birdir"
demek çok yanlıştır.
Her işte ve hele dini işlerde akla güvenilemez. Din işleri, akıl üzerine
kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. Herkesin aklı, birbirine uymadığı
gibi, bir adamın, selim olmayan aklı da, bazen doğruyu bulur, bazen da yanılır
ve yanılması daha çok olur. En akıllı denilen kimse, din işlerinde değil,
mütehassıs olduğu dünya işlerinde bile, çok hata eder. Çok yanılan bir akla
nasıl güvenilebilir? Devamlı, sonsuz olan ahiret işlerinde, nasıl olur da, akla
uyulur?
İnsanların şekil ve ahlakları başka başka olduğu gibi, akıl, tabiat ve ilimleri
de, ayrı ayrıdır. Birinin aklına uygun gelen bir şey, başkasının aklına hiç de
uygun gelmeyebilir. Birinin tabiatına uygun olan bir şey, başkasının tabiatına
uymaz. O halde, din işlerinde, akıl, tam bir ölçü, doğru bir senet olamaz.
Ancak, akıl ile din birlikte, tam ve doğru bir vesika ve ölçü olur. Bunun için,
(Dinini ve imanını, insan düşüncelerinin neticelerine bağlama ve akıl ile
inceleyerek varılan sonuçlara uydurma) buyurmuşlardır.
Selim olmayan akılların, yanıldıkları için, bir hakikati kabul etmemeleri,
uygun bulmamaları, bir kıymet bildirmez. Selim olan akıllar, yani
Peygamberlerin akılları, din hükümlerinin hepsinin pek yerinde ve doğru
olduklarını açıkça görür. İslamiyet’in her hükmü, bu akıllar için, pek
meydanda, aşikâr ve apaçıktır. Senede, ispat etmeye lüzum olmadığı gibi, tembih
etmeye, haber vermeye de lüzum yoktur. (Mektubat-ı Rabbani, Seadet-i
Ebediyye, Faideli Bilgiler, Mizan-ül kübra)
Dinde teslimiyet esastır
Sual: 1- Faiz ekonomiye zarar veriyorsa haramdır, vermiyorsa haram
değildir, demek doğru değil mi?
CEVAP
Faizin hiçbir zararı olmasa da, dinimiz yasak ettiği için haramdır.
Sual: 2- "Domuz eti, kancalı tenya üremesine müsait olduğu için,
domuz pislik ve dışkılı ortamlarda yaşamayı sevdiği için yasaktır" demek
yanlış mıdır?
CEVAP
O zaman ateist diyor ki: “Biz o etlerin içindeki tenyalarını falan
öldürüp, mikrop falan bırakmayız, sterilize ederiz, lokum gibi yeriz, niye
haram olsun.” Biz ona diyoruz ki: Hayır tenya ile falan ilgili değil.
Besmelesiz kuzu eti bile haramdır. Yani Allah haram ettiği için haramdır. Hristiyan
da “Biz domuz yiyoruz hiç zararını görmüyoruz, biz uygar milletiz, domuzun
zararı olsa yer miyiz” diyor. Ne diyeceksiniz onlara? Pislik yediği için
haram edilmesi de yanlış olur, tavuklar da pis ortama konursa her türlü pisliği
yer. Yani bunlar dinde ölçü olamaz, aklımızla bir şeyi haram veya helal
edemeyiz. Haram olmasının hikmetini bilemeyiz. Bir değil bir çok hikmeti
olabilir.
<br
Sual: 3- Faizin; zorda kalıp borç alanın bu sıkışık halinden
yararlanmak gibi bir zararı vardır. İnsanların yardımlaşması, komşusu açken tok
yatmaması, işçinin alın teri kurumadan hakkının verilmesi gibi insancıl
kuralları olan İslam dininde, faiz de insanların birbirleri ile yardımlaşma,
güçsüzleri koruma ilkelerine ters düştüğü için haram edilmiş denemez mi?
CEVAP
Peki adam, bankaya para yatırıyor faizini alıyor, bunun bankaya zararı
olmadığı gibi kendine de olmuyor, niye yasak edilmiş ki? Bir de Avrupa gibi
gayrimüslim ülkeler için Peygamber efendimiz, (Dar-ül-harpte faiz almak
günah değil) buyuruyor. Buna inanmayıp da, (Faiz haramsa her yerde her
zaman haram olması lazım) diyen de çıkabilir. Buna ne diyeceğiz? Hepsine bir
şey uydurabilirsiniz, başkaları da başka şey uydurabilir ama, uydurulan şey
İslamiyet olmaz, kendi görüşümüz olur. İnsan görüşü kadar din olursa hangisi
hak, hangisi bâtıl anlaşılamaz. Çoğunluk da ölçü olmaz. Bugün dünyanın
çoğunluğu gayrimüslim, hatta dinsizdir. Papazlar, Hristiyanlar İncilleri akla
uydurabilmek için devamlı değiştirdiler fakat herkesin görüşü farklı olduğu
için en sonunda 4 İncil’de karar verdiler. Şimdi üç tanrı fikrini İncillerden
silmeye çalışıyorlar, yahut tevil ediyorlar. Üç demek bir demek, bir demek üç
demek gibi. Avrupalılara akılsız diyemezsiniz. Onların aklı da öyle çalışıyor.
Demek istediğimiz sadece akıl ile yola çıkan yolda kalır, kurda kuşa yem olur.
Kayıtsız şartsız dinin emrine teslim olmak gerekir.
Sual: 4- Cep telefonu sektörünü öldürür, tüketiciler mahkemelerde
tazminat davaları kazanır diye cep telefonunun zararlarını söyleyen insanlar
susturuldu. Faizin zararını söyleyen insanlar da, zar zor kurulmuş ve dışa
bağımlı ekonomiyi çökertmemek için susturulmuştur. İçki de böyle değil midir?
CEVAP
Böyle düşününce dini aklımıza uydurmuş oluruz. Halbuki aklı dine uydurmak
lazım. İçkinin zararı olduğu için yasak edilmiş demek de aynıdır. O zaman adam
zarar vermeyecek, sarhoş etmeyecek kadar az içersem niye günah olsun diyebilir.
Allahü teâlâ bizleri imtihan ediyor. Hiç zararı olmasa da yasak ettiğinden
kaçmak lazımdır. Mesela kız kardeşi şehvetle öpmek haram. Halbuki bu öpmenin ne
zararı olur ki? Hani evlenince çocukları sakat falan olur deniyor. Bugün tıp
ileri sayılır. Kan gruplarına bakar, hatta genlerini inceler, çocuk sakat
olmayacaksa kız kardeşi ile evlenir. Halbuki kız kardeş ile evlenmek ebediyen
haramdır. Mesele zarar kâr meselesi değil Allah’ın emrine uymak veya uymamak
meselesidir. Yoksa aklımıza uymayanları kabul etmezsek ortada din diye bir şey
kalmaz.
Sual: Bir yazınızda, (Büyüklerinizden mübarek iki zattan
utandığınız gibi Allah’tan utanın) mealinde bir hadis-i şerif vardı.
Neden bir veya üç değil de iki zat denmiştir?
CEVAP
İbadetlerde olduğu gibi, Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde bildirilen
hususların hikmeti kesin olarak bilinmez. Bir veya üç yazılsa idi, bu
sefer, Ne diye iki değil demeniz mümkündü.
Kur'an-ı kerimde de, borçlanırken, ölüm hastalığındaki vasiyet gibi hususlarda
iki şahit emredilmektedir. Evlenirken, bir malın kendisine ait olduğunu ispat
etmek gibi hususlarda da iki şahit gerekir. Niye bir veya üç değil de, iki
şahit? Bir şahit yalan söylerse, iki şahit de yalan söyleyebilir.
İnsanların iki omzunda iyilik ve kötülüklerini yazan Kiramen
katibin denilen iki melek vardır. Halbuki bir melek de bu vazifeyi
rahatça yapabilir. Allahü teâlânın gücü her şeye yeter. İki olmasının elbette
bir hikmeti vardır. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Bir kimse, iki salih komşusundan nasıl utanıyorsa, gece-gündüz, kendisi ile
beraber olan iki melekten de öyle utanmalıdır!) [Beyheki]
Peygamber efendimiz, iki salih komşudan buyuruyor. Neden bir
veya üç değil, hikmetini bilemeyiz. Belki aklımızla bir hikmet bulmak
mümkündür. Fakat nakil olmadıkça bir şeye yaramaz.
Münker ve Nekir denilen iki melek kabirde sual
soracaktır. Halbuki tek melek de bu suali sorabilir. Niçin iki olduğunun
hikmetini bilemeyiz. Yine bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Mal ve şöhret hırsının zararı, koyun sürüsüne giren iki aç kurdun
zararından daha çoktur.) [Müslim]
Aynı zararı bir kurt da, üç kurt da verebilir. Neden iki denmiş? Bir kurt bir
sürüye girince, bütün hayvanları öldürmek ister. Bir tilki de bir kümese
girince, bütün tavukların boyunlarını sıkarak öldürür. Halbuki bir tilki bir
tavukla doyabilir. Bir kurt da bir koyunu alıp götürse, kâfi gelirdi. Yine
hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Kişi kibirlenince, iki melek, “Ya Rabbi bunu alçalt”, tevazu
ederse, “Bunu yükselt” diye dua ederler.) [Beyheki]
(Hamama peştamalsız girene, iki melek lanet eder.) [Şirazi]
(Sirke yiyen kimseye iki melek, dua eder.) [İbni Asakir]
Hâlbuki bir veya üç melek de aynı duayı yapsa, yine kabul olur. İki melek
denmesinin elbette bir veya daha çok hikmeti vardır.
Başka bir hadis-i şerifte de, (Bir Müslümanın sıkıntısını giderene,
Allahü teâlâ iki nur verir. Bu iki nurla Sıratta o kadar çok kimse aydınlanır
ki, sayısını ancak Allah bilir) buyuruluyor. (Taberani)
Allahü teâlâ bir nur verse de, yine aynı şekilde aydınlatır. Dünyayı
aydınlatmak için bir güneş kâfi geliyor. Dileseydi iki veya daha fazla güneş de
yaratırdı.
Bir kulun vazifesi, bir şeyin hikmetini araştırmak değil, verilen emri
noksansız yapmaya çalışmaktır.
Hikmetinden sual olunmaz
Sual: Dinde namaz, oruç, hac gibi ibadetler emrediliyor, ama ne gibi
faydaları var, açıkça bunların sebepleri, hikmetleri bildirilmiyor. Sebebini bilmeden
körü körüne yapmak yerine, bilerek şuurla yapmak gerekmez mi?
CEVAP
Eğer hikmetlerinin bilinmesi gerekseydi, Allahü teâlâ, emredilen veya yasak
edilen her şeyin hikmetini de bildirirdi. Hikmetsiz, faydasız hiçbir şey
yaratmamış ve emretmemiştir. Yarattıklarında, emir ve yasaklarında, bir değil,
sayısız hikmetler vardır.
Allahü teâlânın emirleri için, (Körü körüne yapmak) demek çok yanlıştır.
Hikmetlerini, faydalarını bilmesek de, Allahü teâlânın emri olduğu için, gözü
kapalı, yani araştırmadan, düşünmeden yapmamız gerekir. Bununla beraber bazı
emirlerin hikmetleri az çok anlaşılabilir. Hikmetlerinden bir kısmı
bildirilenler de vardır. Maide sûresinin, (Şeytan, şarap ve kumarla
aranıza düşmanlık ve kin sokmak ister. Sizi, Allah’ı zikirden ve namazdan
alıkoymak ister. Siz [zararları bilinirken] bunlardan hâlâ
sakınmaz mısınız?) mealindeki 91. âyet-i kerimesi bazı şeylerin
zararını bildirmektedir. (Şarabın sadece zarar verecek kısmı haramdır)
denilemez. Bir damla alkol içilse de haramdır. Ölçü, zarar verip vermemesi
değildir. Hikmetini anlayamasak da böyledir. Besmelesiz kesilen kuzu eti,
vücuda zarar vermez, ama yine yenmez, leş olur, haram olur. Bir damla kan veya
bir damla idrar içmek, insana zarar vermese de haramdır.
Dinin emrinde bir sebep aranmaz, sadece o emre uyulur. İlahî emrin hikmeti
anlaşılmasa da, Allah’ın emri olduğu için, hiç tereddütsüz kabul etmek şarttır.
İslam âlimlerinin en büyüklerinden olan Hüccet-ül-İslam unvanına sahip İmam-ı
Gazâlî hazretlerinin İhya’da ve İmam-ı Süyûtî hazretlerinin Cami-us-sagîr’de
bildirdiği hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Âhir zamanda değişik inançlar çıkınca, kocakarı gibi inanın!) [Deylemî]
Bu hadis-i şerif, (Bâtıl şeylere körü körüne inanın!) demek değildir. (Allah ve
Resulü'nün bildirdiklerine, aklınız almasa da, ispat edemeseniz de, inanın!)
demektir. Cennet, Cehennem, Sırat Köprüsü ve âhiret hayatı akılla, mantıkla
ispat edilemez. Mutezile aklı almadığı için Sırat Köprüsünü, Mizan'ı, Mirac'ı
ve benzeri olayları inkâr etmiştir. Miraç olayında, müslüman olmaya niyetli
olanlar vazgeçerken, müşrikler, bu bir çılgınlık derken, Hazret-i Ebu
Bekir, (O söylediyse doğrudur) diyerek imanın zirvesine
çıkmıştır.
İman ve âhiret işleri görerek olmaz. İmanda gayba inanmak esastır. Allahü
teâlânın bildirdiği her şeye görmeden inanmak gerekir. İman, görmeden olur.
Görünce iman olmaz. Gördüğünü söylemek olur. Onun da hiç kıymeti olmaz.
Hazret-i Ebu Bekir’in, görmeden, aklını kullanmadan, bir anda Mirac'a gidip
geldiğine inanarak Resulullah'ı tasdik etmesi, imanını yükseltmiştir. Güneş'ten
daha parlak olan imanından dolayı Peygamber efendimiz, (Ebu Bekir’in
imanı, bütün insanların imanları toplamıyla tartılsa, Ebu Bekir’in imanı daha
ağır gelir)buyurmuştur. İman, görmeden inanmaktır. Kur’an-ı kerimde,
sâlihler övülürken, (O müttekîler, gayba inanırlar) buyuruluyor. (Bekara
3)
Demek ki gayba inanmak, müttekîlerin vasfıdır. (Resulullah ne bildirmişse
doğrudur) diyerek inananlar kurtulmuştur. İman, araştırarak, akıl yürüterek
elde edilen bir şey değildir. İslam âlimleri imanı şöyle tarif etmişlerdir:
İman, Muhammed aleyhisselamın, peygamber olarak bildirdiği şeyleri,
tahkik etmeden, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan,
tasdiktir. Akla uygun olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik etmek olur, Resulü
tasdik etmek olmaz. Yahut Resulü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman
Peygamber'e itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz. Çünkü iman
parçalanmaz. (S. Ebediyye)
Bir kulun vazifesi, dinin emir ve yasaklarının hikmetini araştırmak değil, verilen
emri noksansız yapmaya çalışmaktır. Allahü teâlânın emirlerinin sebebini ve
hikmetini anlamak, kullar için çok zaman mümkün olmaz. Bunun için
atalarımız, (Hikmetinden sual olunmaz)demişlerdir. Aklın acizliğini
göstermek için de şöyle demişlerdir:
İdrak-i meali bu küçük akla gerekmez,
Zira bu terazi, bu kadar sıkleti çekmez.
Yani, (Akıl bu işin hikmetini anlayamaz, sırlarını kavrayamaz, çünkü bu terazi
bu kadar ağırlığı çekemez) demektir. Öyle ya, kuyumcudaki terazi ile odun kömür
tartılamaz. Akıl da, Cenneti, Cehennemi ve âhiret hâllerini anlamaktan âcizdir.
Bu hususlarda dinimizin bildirdiklerine, araştırmadan, sorgulamadan inanmak
lazımdır.
Muntazamdır bütün işlerin senin,
Aklı ermez, hikmetine kimsenin.
Müslümanlar, Allahü teâlâ emrettiği için, vazifeleri olduğu için ibadet eder.
İslamiyet’in emirlerinde ve yasaklarında, kulların dünyaları ve ahiretleri için
nice faydalar bulunmakla beraber, ibadet ederken, Allahü teâlânın emri
olduğunu, kulluk vazifesi olduğunu niyet etmek, düşünmek lazımdır. Böyle
düşünmeden yapılan iş, ibadet olmaz. Dinle ilgisi olmayan bayağı bir iş olur.
Mesela, namaz kılan, Allahü teâlânın emrini yerine getirmeyi ve kulluk
vazifesini yapmayı niyet etmeyip, namazın bir jimnastik, beden terbiyesi
olduğunu düşünerek kılarsa, namazı sahih olmaz. İbadet yapmış olmaz. Spor
yapmış olur.
Oruç tutanın da, yalnız mideyi dinlendirmeyi, perhiz yapmayı düşünmesi, orucun
sahih ve makbul olmamasına sebep olur. Savaşan, canını tehlikeye koyan bir
müslüman da, Allah’ın dinini kuvvetlendirmek, İslamiyet’i yeryüzüne yaymak ve
Müslümanları korumak için değil de, şan ve şeref, mal ve rütbe için savaşırsa,
ibadet yapmış olmaz. Cihad sevabı kazanmaz. Ölürse şehit olmaz.
Bedenine zarar verdiği için alkollü içkileri bırakan kimse, içkiyi bırakma
sevabı kazanamaz. Frengi, belsoğukluğu ve AIDS gibi hastalıklara yakalanmamak
için, zinadan, fuhuştan sakınan kimse de, İslamiyet’te, afif, temiz sayılmaz.
İslamiyet’te niyet çok önemlidir. İslamiyet’in emrettiği bir şey, dünya
menfaati için yapılınca sahih ve makbul olmuyor. Dünya işi sayılıyor. Herhangi
bir dünya işi de, âhiret menfaati için yapılınca, ibadet halini alıyor.
İçkicinin tavsiyesi
Sual: Gece gündüz içen, fakat kimseye zararı dokunmayan biri, (İç, ama
edebinle, efendice iç! Kimseye zarar vermezsen, hele niyetin de iyi ise günah
olmaz) dedi. Haram olan bir şey, başkasına zarar vermeyince günah olmaktan
çıkıyor mu?
CEVAP
İçkicinin sözüne değer verilmez. İnsanları günaha sevk etmek için böyle
diyorlar. (Bir kereden bir şey olmaz) diyerek her günahı işletiyorlar. Dinimiz
haram kıldığına göre, içkinin damlası da, idrar içmekten de günahtır.
Besmelesiz kesilen kuzu eti yenmez, haramdır, ama yenmesinin sağlığa zararı
olmaz. Dinde ölçü, sadece sağlığa zararlı olması değildir. Din yasak etmişse, o
haramdır.
Allah'ın yasak ettiği şeyler, efendice de işlense, günah olmaktan çıkmaz.
Mesela bir hırsız, bir eve girip hiçbir yeri kırmadan, bozmadan sadece
altınları alıp götürse, efendice yaptı diye hırsızlığı günah olmaz mı?
Bir ırz düşmanı, bir eve girip, kadını bayılttıktan sonra tecavüz etse, başka
hiçbir şeye zarar vermeden çıkıp gitse, tecavüzü günah olmaktan çıkar mı? Hangi
günah olursa olsun, efendice işlendiği söylense de, yine günah olmaktan çıkmaz.
İyi niyet de haramları helâl hâle getirmez. Mesela, zenginin malını çalıp
muhtaç fakirlere yedirmek için hırsızlık yapmak da günahtır. Kuvvetlenip
İslamiyet’e hizmet etmek niyetiyle efendice şarap içmek de günahtır.
Gayrimüslim bir kadını Müslüman etmek gibi iyi bir niyetle, onunla gayrimeşru
ilişkiye girmek de haramdır. Demek ki, niyet ne kadar iyi olursa olsun,
haramlar helâl hâle gelmez.</br