İslâm dîninde 'tefekkür' vardır
25/03/2019 Pazartesi Köşe yazarı R.A
Hazret-i Ebû Bekir, günler ve geceler boyu süren
tefekkürden sonra buyurdu ki: “İdrâkin aczini idrâk etmekten daha büyük
idrâk olmaz!..”
İki haftadan beri akıldan, felsefeden, filozofların
kısımlarından bahsediyoruz. Bugün ve yarınki makalelerimizde ise, çok
kıymetli bir ibâdet olduğu bildirilen, İslâm dînindeki “tefekkür”den
bahsedeceğiz inşallah...
Evet, İslâm dîninde “tefekkür” vardır ve
çok kıymetli bir ibâdet olduğu bildirilmiştir. “Tefekkür”: “Fikri,
bâtıldan hakka çevirmek” olarak târif edilmiştir. Tefekkür eden
kimseye “mütefekkir” denir. Tefekkürden maksat iki
şeydir:
Birincisi: Allahü teâlânın azametini (büyüklüğünü)
ve kudretini düşünerek, insanın bu azamet karşısındaki acz ve zayıflığını
anlayarak, O’na yönelmek ve sığınmak; eşyâdan, olaylardan, kâinattan ibret
alarak, eserden müessire (o eseri yaratana) yol bulmaktır.
İkincisi ise: Günlük hayâtta karşılaşılan güçlük ve
sıkıntıları yenmek, eşyâyı, ilmi ve tekniği, İslâm dîninin bildirdiklerine
uygun, insanların rahat ve huzurunu temin etmek maksadıyla kullanmak için akıl
ve fikir yormaktır.
Her iki türlü tefekkürün de çok mühim olduğu ve
birincisinin, ikincisinden daha kıymetli olduğu bildirilmiş olup, her ikisi de
Müslümânlara emredilmiştir.
Bu yolda çalışanların en üstünü ve en büyüğü olan Hazret-i
Ebû Bekir (radıyallahü anh), günler ve geceler boyu süren tefekkürden
sonra: “İdrâkin aczini idrâk etmekten daha büyük idrâk olmaz” diyerek, insanın,
Allahü teâlâyı anlamakta âcizliğini ve O’na teslîm olmanın şart olduğunu
belirtmiştir.
İmâm-ı A'zam'ın (rahmetullahi aleyh), "Ey
bilinen Zât! Seni hakkıyla tanıyamadık" buyurması da çok
mühimdir.
Yine İmâm-ı Gazâlî: “Gördüm ki akıl
izmihlâl (yıkılma, çökme) içindedir. Akıl daha kendisinden bile habersizdir.
Her şey, Peygamberlik gerçeğindedir. Bu gerçeğe yapıştım ve kurtuldum” demiştir.
Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin; “Hocam
Şems-i Tebrîzî’yi tanıyınca, ona tâbi oldum; kendi aklıma uymadım, kurtuldum” sözü
de meşhurdur.
İslâm âlimlerinin yüz binlerce cilt kitaplarında, bu konu
ile ilgili her söz, aynı şeyi tekrarlamaktadır. Dolayısıyla İslâm dünyâsında
aklı temel alan bir felsefe olmamış, vahyin bildirdiklerine uygun tefekkür
(düşünme, fikir yorma) olmuştur. Böylece akıl, yerinde kullanılmıştır. Aklı
başında olan hiçbir Müslümân, Peygamberlik makâmının ve Peygamberlerin
bildirdiklerinin yerine aklını koymamıştır.
Fârâbî, İbn-i Rüşd ve İbn-i Sînâ gibi
bazı filozoflar ve diğer bazı bid’at fırkaları da, Yunan filozoflarının
tesirinde kalıp, akla çok güvendikleri, nakli değil, aklı esas
aldıkları, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri, kendi akıllarına
göre açıkladıkları için, İslâm âlimleri tarafından tenkîd edilmişler, hattâ
doğru yoldan ayrılarak îmânlarını tehlikeye attıkları bile ifâde edilmiştir.
Akıl konusunda, felsefede kuru akılcılığı yıkan Bergson’a “Siz
akılcılık mesleğini yıktınız, ama metodunuz yine aklîdir!” denildiğinde,
cevap olarak söylediği; “İşte aklın atacağı en nihâî (son) adım, kendi
aczini ve hiçliğini anlamasıdır!” sözü de pek mânâlıdır...