Maddi ve manevi hastalıklar...
12/05/2022 Perşembe Köşe yazarı S.A
M. Said Arvas Hocadan
Hatıralar...
İbadetlerimizden lezzet alamıyorsak, biz manen hastayız, demektir. İbadetlerde o kadar büyük lezzet vardır ki, tarif edilemez!
Hastalıklar iki türlüdür: Birisi bedenimizde meydana gelen "maddi" hastalıklardır. Diğeri ise "manevi" kalp hastalıklarıdır.
Her iki hastalık da
tedaviye muhtaçtır. Tedavi olunmaz ise müzminleşir, büyük sıkıntılara sebep
olur. Mikropları tespit edilip yok edilmedikçe tedavisi zorlaşır...
Bedenî hastalığımızı
çabuk fark ederiz ve hemen vakit geçirmeden tedavi olmaya çalışırız. Halsizlik,
iştahsızlık bunun en açık belirtileridir.
Hastalık hâlinde çok
sevdiğimiz yemekler, tadına doyamadığımız meyveler bize acı gelmeye başlar! Yemek
bile istemeyiz.
Hane halkının ısrarı
üzerine aldığımız bir lokma bile bize acı gelir. O zaman hasta olduğumuzu
anlarız. Yoksa biz o yemekleri ve o meyveleri büyük bir zevkle yerdik. Ne kadar
da hoşumuza giderdi...
Sıhhatimize
kavuştuğumuzda da yine aynı lezzeti almaya başlarız...
Aynen bunun
gibi; ibadetlerimizden lezzet alamıyorsak, biz manen hastayız, demektir.
İbadetlerde o kadar büyük lezzet vardır ki, tarif edilemez! Bunu ancak tadanlar
bilir. Hiç bal yememiş birine balı nasıl tarif edersiniz?
Manevi hastalığımızın
tedavisi, bedenî hastalığın tedavisinden çok daha önemlidir. Birisi, üç günlük
dünya hayatımızla; diğeri ise ebedi hayatımızla ilgilidir. Hayâl gibi,
rüya gibi bir hayatla, sonsuz, ebedi bir hayat nasıl mukayese edilebilir!..
Manen hasta olmayıp,
ibadetlerinden lezzet alanlardan biri, Ebu Süleyman Dârâni rahmetullahi
aleyhtir. Bu zat buyuruyor ki: "Namazlardaki, hele gece
namazlarındaki lezzet olmasaydı, kendimi dünyadan zevk almış
saymayacaktım."
Kıldığı namazlardan ne
kadar büyük lezzet almış ki; diğer lezzetleri unutmuştur. O da bizim gibi güzel
yemekler yemiş, içmiş, güzel yerlerde dolaşmış, fakat bütün bunlar bir hiç olup
gitmiştir. Ve ilave ediyor: Eğer Rabbim aldığım bu tadı ibadetlerime karşılık
saysa ve dese ki: Ey kulum! Sen bana "ibadet" ettin,
ben de sana bu kadar "lezzet" verdim. Bu durumda ben
Rabbime borçlu kalırım...
Bütün namazlarda
okunması vacip olan Fatiha suresinde diyoruz ki, meâlen: "Yalnız
sana ibadet eder ve yalnız senden medet umarız."
Makâmı, mevkii yüksek
birisiyle görüşmek oldukça zordur. Randevular, iltimaslar gerekir. Böyle bir
görüşme vâki olunca iftihâr vesilesi yapılır. "Falanca ile
görüştüm!.." diyerek pay çıkarılır. Fakat o görüşmesiyle
şereflendiğimiz kişi de bizim gibi topraktan yaratılmıştır. Tekrar toprak olmaya
mahkûmdur. Rabbimizin huzurunda durup O'na hitâp etme "şerefi" ve "makâmı" ne
kadar yüksektir! Dünyanın hiçbir "makamı" bu "şerefi" insana
kazandıramaz.
Teşehhüdde de Sevgili
Peygamberimize hitap etme şerefine nail oluyoruz. O'na selâm veriyoruz.
Biz, kendiliğimizden bu makâma çıkmıyoruz. Dâvet olunmuşuz. Rabbimizin huzurunda O'nun daveti ile bulunmak cennetten bile daha üstündür...