Gazneli Sultan Mahmud ve üç ibretli hadise!..
22/03/2019 Cuma Köşe yazarı A.D
Gazneli Sultan Mahmud, tebdil-i kıyafetle dolaşırken, bir
müezzinin minarede bir aşağı bir yukarı mekik dokuduğunu gördü. Hayretler
içinde kalmıştı!..
Gelibolulu Yazıcızâde Muhammed
Efendi "Muhammediyye" adlı eserinde şöyle anlatır: Gazneli
Sultan Mahmud, tebdil-i kıyafetle dolaşırken, bir müezzinin minarede bir aşağı
bir yukarı mekik dokuduğunu gördü. Müezzin, yerden minareye bakıp, sevinç ve neşe
içinde tırmanıyor, koşar adımlarla, şerefeye ulaşıyor, fakat ümitsizlik,
perişanlık içinde geri geliyordu. Müezzinin bu hâli, hava kararana kadar
böyle devam etti... Daha sonra başka bir yere gitti. Orada da, bir
demircinin, örsün başında iken sevinçle koşarak, körüğün yanına gidip, sonra da
ağlayarak perişan hâlde geri döndüğünü, örsün başına gelip körüğe bakınca,
tekrar neşesi yerine gelip, sevinç içinde yine körüğe koştuğunu gördü. Bu
hâl, bu şekilde sürüp gidiyordu... Sultan, bunların hâlinden bir mana
çıkaramamıştı... Yoluna devam etti. Bu defa da, üç yol ağzında oturan âmâ bir
kimsenin hâli dikkatini çekti. Adamcağız, bir ayak
sesi hissettiğinde, gelene "Ne olur, şu bir akçeyi al ve enseme
bir tokat at!" diye yalvarıyordu. Oradan geçenler de, bu kimsenin
yalvarmasına dayanamayıp, bir akçeyi alıp, ensesine vurarak oradan
uzaklaşıyorlardı...
Bu üç ibretli olay, Sultan Gazneli Mahmud'a çok tesir
etti. Vezirine, bunların sırrını öğrenme vazifesini verdi... Vezir,
önce demirciden başladı. Demirci başından geçenleri şöyle anlattı:
-Seneler önceydi. Bir gün, dükkândan geç ayrılmam
gerekiyordu. Bunun için, iki tavuk alıp, çırakla eve gönderdim ve “Bu
tavukları pişirin, birini de bana gönderin” diye haber
yolladım... Akşam namazından sonra, evden pişmiş hâlde tavuk geldi. Örsün
kenarına çömelip, yemeye başladım. Bir budu kalmıştı ki içeriye sevimli bir
kedi girdi. Eti seyretmeye başladı. Fakat ben oralı olmadım. Kedi, acıklı
acıklı miyavlamaya başladı. Bunun üzerine, ben, kendisini kovalamak
istedim. O an hiç beklemediğim bir şey oldu. Kedi dile gelip dedi ki:
-Eğer o budu bana verirsen, emsalsiz bir hazinenin yerini
sana göstereceğim.
-Hadi göster, ben de, budu sana vereyim.
-Şu körüğün yanına bak!
Dediği yere baktığımda, bir de ne göreyim? Renk renk, eşi,
benzeri olmayan mücevherler... Karnım doymadığı için, elimdeki buddan da
vazgeçemiyordum. “But benim elimde, mücevherler de benim dükkânımda, o
zaman niçin aç kalayım” diye düşündüm. Elime bir sopa alıp, kediyi
kovaladım. Ancak körüğün yanına vardığımda, hiçbir şey yoktu. “Acaba
yanlış mı gördüm” diyerek, tekrar örsün yanına geldim. Mücevherler ışıl ışıl
orada parlıyordu. Sevinç içinde, oraya koştum. Körüğün yanına varınca, yine yok
olduğunu gördüm... İşte o zamandan beri, böyle hazineye kavuşmak için, gidip
geliyorum...
Müezzin ve âmânın sırrı neymiş; o da yarına inşallah...