İnsanlardan ne istenmektedir?

21/12/2020 Pazartesi Köşe yazarı R.A

İnsanoğlu, ne melekler gibi sırf “nûrânî” bir varlık, ne de hayvânlar gibi sâdece bir “maddî” varlıktır...

 

 

Evvela şunu belirtelim ki, şu uçsuz-bucaksız olarak gördüğümüz koca kâinâtı yaratan Allahü teâlâ, sâdece bizim üzerinde yaşadığımız gezegenimizin yani  dünyânın insanlarla meskûn olmasını irâde buyurmuş, nice hikmetlere mebnî Hazret-i Âdem babamızla Havvâ annemizi, Cennet’ten dünyâya göndermiştir.

Allahü teâlâ, dünyâya gönderdiği ilk insanı [yanî Hazret-i Âdem’i], aynı zamanda ilk Peygamber kılmış, ondan sonra, kullarına râzı olduğu, beğendiği yolu göstermek için, çeşitli mekânlardaki, muhtelif kavimlere, zaman zaman “Peygamber”ler göndermiştir.

Şurası bir hakîkattir ki, insanlar, Allah’ın ve Peygamberlerinin emir ve yasaklarına uydukları müddetçe, huzûrlu ve rahat birer hayât yaşamışlar, birbirlerini sevip-saymışlardır. Emirlere ve yasaklara uymadıklarında ise, huzûrsuz olmuşlar, rahatları bozulmuş; ahlâksızlık, zulüm ve haksızlık bütün cemiyeti sarmıştır.

Bilindiği üzere, “Alexis Carrel” gibi Batılı bazı bilim adamları, “İnsan Denen Meçhûl” adıyla kitap yazmak suretiyle, insanı bir muammâ olarak gösteriyorlarsa da, insanı,  -temel kaynaklarımızda zikredilen sıfatlarıyla-  şöyle tarif etmek mümkündür:

İnsan, “madde” ve “mana” (yani “beden” ve “rûh”) olmak üzere iki unsurdan meydâna gelen, "Allah'ın yeryüzündeki halîfesi" kılınan (Bakara, 30), “a'lâ-yı illiyyîn”e çıkmaya namzet yapılan (Âl-i İmrân, 139; Mutaffifîn, 18-19), “eşref-i mahlûkât” olarak (İsrâ, 70), “ahsen-i takvîm” üzere yaratılan (Tîn, 4), “mükerrem” (İsrâ, 70) bir varlıktır.

Fakat nefsinin esîri olduğu zaman, “esfel-i sâfilîn”e (Tîn, 5) yuvarlanmaya, hayvanlardan aşağı bir derekeye düşmeye mahkûm (A’râf, 179;  Furkân, 44) bir yaratıktır.

Demek ki insanoğlu, ne melekler gibi sırf “nûrânî” bir varlık, ne de hayvânlar gibi sâdece bir “maddî” varlıktır. İnsan, meleklerden üstün seviyeye çıkabilen, kendisine, muhtaç olduğu bütün nimetler ihsân edilen (Lokman, 20; Nahil, 18), âhirette bunlardan hesâba çekilecek olan (Tekâsür, 8), belli bir yaratılış gâyesiyle bu dünyâya gönderilen, yani “Allahü teâlâyı tanımak ve ibâdet etmekle mükellef  (Zâriyât, 56) bir kuldur.

Malûmdur ki, Allahü teâlâ, bütün kullarının, verdiği nimetlere şükretmelerini, îmân etmelerini, ibâdet yapmalarını, güzel ahlâka sâhip olmalarını, kendi aralarında kardeşçe yaşamalarını, sevişmelerini, birbirlerine yardımcı olmalarını istemiş ve bunları emretmiştir. İnanan insanların da kardeş olduklarını ilân etmiştir.

Bildiğimiz gibi, eğitimde işin esâsı, hem kendisine faydalı, hem de âilesine, milletine, memleketine, vatanına ve devletine, bütün Müslümânlara, hattâ insanlığın tamâmına faydalı birer unsur meydâna getirmektir. İşte bu güzel ülkenin bütün müesseselerinin ve vatandaşlarının ana hedefi de bu olmalıdır. Bu da, ancak iyi bir eğitim ile mümkün olabilir. [Yarın inşallah, bir nebze, eğitimin gâyesinden bahsedelim.]