Dîn-i İslâm’ın temeli nedir?
04/03/2024 Pazartesi Köşe yazarı R.A
Hazret-i Âdem aleyhisselâmdan Peygamber Efendimize gelinceye kadar dîn
tektir, o da tevhîd dîni olan İslâmiyettir.
Bir babanın veya annenin evlâdına olan şefkat ve merhametinden daha çok,
kullarına şefkat ve merhamet eden Cenâb-ı Hak, insanları küfürden,
dalâletten, sapıklıklardan, ahlâksızlıklardan, zulmetten, karanlıklardan,
kötülüklerden, çirkinliklerden, bozukluklardan kurtarmak için,
onlara “dîn” göndermiştir.
Umûmî bir tarîf yapmak gerekirse, “İslâm dîni”, Allahü
teâlânın, Cebrâîl ismindeki melek vasıtasıyle, Sevgili Peygamberi Muhammed
aleyhisselâma gönderdiği, insanların, dünyâda ve âhirette râhat ve
mes'ûd olmalarını sağlayan usûl ve kâidelerdir.
Dîn-i İslâm’ın temeli, îmânı, farzları ve harâmları öğrenmek ve
öğretmektir. Allahü teâlâ, Peygamberleri bunun için göndermiştir. Allahü teâlâ,
kullarına çok acıdığı için, râhatlık ve saâdet menbaı olan dînleri gönderdi.
Dînlerin sonuncusu, İslâm dînidir. Aslında Hazret-i Âdem
aleyhisselâmdan Peygamber Efendimize gelinceye kadar dîn tektir, o da tevhîd dîni
olan İslâmiyettir.
Gençlere İslâmiyet öğretilmediği zaman, yıkılır, yok olur. Allahü teâlâ,
Müslümânlara “Emr-i ma’rûf” yapmayı emrediyor. Yani, benim
emirlerimi, bildiriniz, öğretiniz buyuruyor ve “Nehy-i anil-münker” emrediyor.
Ya’nî, yasak ettiğim harâmları bildiriniz ve yapılmasına râzî olmayınız, diyor.
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Birbirinize Müslümânlığı öğretiniz. Emr-i ma’rûfu bırakır iseniz, Allahü
teâlâ, en kötülerinizi başınıza musallat eder ve duâlarınızı kabûl etmez.” [Bezzâr]
“Bütün ibâdetlere verilen sevap, Allah yolunda gazâya verilen sevâba göre,
deniz yanında bir damla su gibidir. Gazânın sevâbı da, emr-i ma’rûf ve nehy-i
anil-münker sevâbı yanında, denize nazaran bir damla su gibidir.” [Deylemî]
Mü’min, Allah indinde çok kıymetlidir. Beyyine sûresinde, “Îmân
edip sâlih amel işleyenler / yararlı işler yapanlar, mahlûkâtın en
hayırlılarıdırlar” buyurulmuştur.
Müslümân olsun, kâfir olsun, bilerek veya bilmeyerek, inanarak veya
inanmayarak İslâmiyet’e uygun yaşayan bir kimse, bu dünyâda,
yaptıklarının faydasını görür, dünyâda hiç sıkıntı çekmez; râhat ve
neş’e içinde yaşar. Avrupa’da ve Amerika’da İslâmiyet’e uygun çalışan kâfirler,
böyle râhat ediyorlar. Fakat kâfirlere âhirette hiçbir sevâp ve mükâfât
verilmez. Âhırette de faydasını görebilmeleri için, behemehâl îmânla
şereflenmeleri lâzımdır...
“Müslümânlığın gayesi nedir?” diye bir suâl sorulacak olursa, “insanları
İslâm-ı hakîkî üzere yaşatıp îmân-ı kâmil ile bu dünyâdan göçmelerini sağlamak
ve Cennet’te ebedî seâdete erişmelerini te’mîn etmektir” şeklinde özet
bir cevap verilebilir.
Bir Müslümân, herkes için hayır ister. Peygamber Efendimiz, bu konuda
buyurmuştur ki: “Kendin için istediğini, başkaları için de iste ki
(kâmil) Müslümân olasın.” [Harâitî]
İslâm dîninin gâyesinin, beş şeyi (ya’nî dîni,
aklı, nesli/ırz ve nâmûsu, cânı/bedeni ve mâlı) korumak olduğu
bildirilmiştir. Bütün Peygamberler, Allahü teâlânın emriyle, ümmetlerine
bildirdikleri emir ve yasaklarda, dâimâ bu beş şeyi gözetmişlerdir. Bu beş
esâsın gâyesi de, îmânı muhâfaza ederek Müslümân olarak ölmektir. Kur’ân-ı
kerîmde meâlen buyuruluyor ki: “Ancak Müslümân olarak can
veriniz!” [Âl-i İmrân, 102]