Kibir, hastalıktır!..
21/02/2019 Perşembe Köşe yazarı S.A
Kibirlenen hastadır, kibir de hastalıktır. Hem de çok tehlikeli bir hastalıktır. Tedavi olunmazsa insanı helâk eder, hem dünyası mahvolur, hem de ahireti harap olur. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "Kalbinde hardal tanesi kadar (az bile olsa) kibir taşıyan cennete giremez." Rabbimizin sevmediği günâhların başında kibir gelir. Kibriyâ ve azamet O'na mahsustur. Kibir, ilk işlenen günâhtır. Âdem aleyhisselâm yaratıldığında, bütün meleklere ona secde edilmesi emrolundu. Bütün melekler Âdem babamıza dönerek Allahü teâlâya secde ettiler. İblis hariç! O, secde etmedi, kibirlendi, "Ben ondan daha üstünüm, ona nasıl secde ederim?!." dedi ve belâsını buldu. Cennetten kovuldu, lânetlendi ve ebedi cehennemlik oldu. Nimetlerden mahrum bırakır! Bizi iki cihan saadetine kavuşturmak için gönderilen Peygamberlere iman etmeyen, karşı çıkan, onlara ezâ ve cefâ çektirenlerin çoğu, kibirlendikleri için bunu yaptılar ve nimetlerden mahrum kaldılar. İman edenlerin çoğu fakir, halk arasında pek itibar sahibi olmayan kimselerdi. Zenginler, makâm, mevki sahibi olanlar tenezzül etmediler ve dediler ki; "Peygamberlik gelse bize gelirdi, bizim şanımız, şöhretimiz daha fazladır!.." Nemrutları, Firavunları, Ebu Cehilleri ve bunlara benzeyenleri iman nimetinden mahrum bırakan şey, bunların aşırı derecedeki kibirleriydi. Yoksa onlar da; Peygamberimizin ve söylediklerinin hak olduğunu çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyorlardı!.. Ebu Cehil'in dayısının oğlu anlatır: "Bir gün onu görmeye gittim, ikimiz yalnız idik. Ebu Cehil'e sordum: 'Sen Muhammed hakkında ne düşünüyorsun? Laf aramızda kalacak, doğru söyle!' dedim. Bana cevap olarak dedi ki: 'Onun dürüstlüğü tartışılmaz. Ona biz Muhammed-ül emin derdik, hem sonra söylediği sözler, beşer kelâmı olamaz, insanlar bu kadar mükemmel söz söyleyemezler!" Bu sözleri ondan hiç beklemiyordum, hayretle sordum: "O halde ona niçin iman etmiyorsun?" Bu soruma da şöyle cevap verdi: "Biz bu işe Ebu Talib'in yetiminden daha lâyık idik. Peygamberlik gelseydi bize gelmeliydi, biz olmalıydık! Ben bu zenginliğimle, bu itibarımla nasıl gider ona teslim olurum, mümkün değil!" Kureyş'in ileri gelenleri toplandılar ve; "Tehlike haberi yalancıdan da gelse insanı tedirgin eder. Bu da çok büyük tehlikeden bahsediyor... Cehennemden bahsediyor... Yanmak da çok zor şeydir! Ya doğru söylüyorsa n'olur halimiz?.. Biz iyisi mi gidip iman edelim" dediler. Bir heyet halinde Sevgili Peygamberimize geldiler. Dediler ki: "Biz senin davetine icabet etmeye, sana iman etmeye karar verdik; ama bir şartımız var! Sana iman edenlerin çoğu köle ve fakir insanlardır biz onlarla aynı toplulukta oturamayız. Bu, bizim şanımıza yakışmaz, onları kov, bizi kabul et, bizimle sohbet et!" Bu teklifi Peygamber efendimiz reddetti. İkinci bir teklif arz ettiler, dediler ki: "Bir gün bizi huzuruna kabul et, bir gün de onları!" Bu teklif de hoş karşılanmadı, ama "bir müddet böyle olsun, belki ileride bu kibir ve inatlarından vazgeçerler" ümidi ile Sevgili Peygamberimiz kabul buyurdular. "Günlerimizi tesbit edelim bir kâğıda yazalım, biz hangi günler geleceğiz?" dediler. Âlemlere rahmet olarak gönderilen zat kâğıt istedi. Henüz kâğıt gelmeden Cebrâil aleyhisselam geldi ve Rabbimizin emrini bildirdi. Buna razı olmadığını bildiren âyet-i kerimeyi okudu. Meâlen; (Sabah akşam Rablerini çağıran, ona dua eden, onun rızasını isteyenleri huzurundan kovma!) buyuruluyordu. Böylece; cepleri fakir, fakat gönülleri zengin olanlar huzur-ı saâdette kaldılar, kibir heykelleri ise defolup gittiler... "Ben seni nasıl tanımam!" Eshab-ı kirâmı görme şerefine nail olan büyüklerimizden Ebu Hazım hazretleri, bir mecliste otururken oranın valisi içeri girer. Herkes ayağa kalkar fakat, o kalkmaz. Vali de, "Bu beni herhalde tanımadı, yoksa o da kalkardı" zanneder ve sorar: "Siz herhalde beni tanımadınız?" Evet deseydi, "ben valiyim" diyecekti. Ebu Hazım, valiye hitaben; "Ben seni nasıl tanımam. Seni çok iyi tanıyorum... Senin evvelin bir damla necis su değil miydi?.. Dünyaya gelirken iki defa idrâr mahallinden geçmedin mi?.. Sonun da kokmuş bir lâşe olmayacak mı?.. Halen de necasetin hamalı değil misin?.." Ebu Hazım hazretleri, valiyi tanıyordu; meğer vali kendi kendini tanımıyordu! Böylece tanımış oldu kendisini!..